AMERİKAN ULUSAL BİLİMLER AKADEMİSİ'NİN YANILGILARI
TÜBA'NIN ÇEVİRİSİYLE YAYINLANAN
BİLİM VE YARATILIŞÇILIK KİTABINA CEVAP
HARUN YAHYA
Bu
kitapta kullanılan ayetler, Ali Bulaç'ın hazırladığı
"Kur'an-ı
Kerim ve Türkçe Anlamı" isimli mealden alınmıştır.
Mayıs, 2003
ARAŞTIRMA
YAYINCILIK
Merkez
Mahallesi, Cumhuriyet Caddesi
Alimanoğlu
İş Merkezi No: 40 Zemin Kat
Güneşli
- İstanbul
Tel
: (0 212) 655 58 12
Baskı:
Seçil Ofset
100
Yıl Mahallesi MAS-SİT Matbaacılar Sitesi
4.
Cadde No: 77 Bağcılar-İstanbul
Tel
: (0 212) 629 06 15
www.harunyahya.org - www.harunyahya.net
İÇİNDEKİLER
GİRİŞ
UBA'NIN HAYATIN KÖKENİ HAKKINDAKİ
YANILGISI
UBA'NIN DOĞAL SELEKSİYON YANILGISI
UBA'NIN MUTASYONLAR HAKKINDAKİ
YANILGILARI
UBA'NIN TÜRLEŞME KONUSUNDAKİ
YANILGILARI
UBA'NIN FOSİL KAYITLARI HAKKINDAKİ
YANILGILARI
UBA'NIN ORTAK YAPILARI
EVRİME DELİL GÖSTERME YANILGISI
UBA'NIN TÜRLERİN YAYILIŞINI
EVRİME DELİL GÖSTERME YANILGISI
UBA'NIN MOLEKÜLER BİYOLOJİDEN
EVRİME KANITLAR OLDUĞU YANILGISI
UBA'NIN İNSANIN EVRİMİ YANILGISI
UBA'NIN YARATILIŞÇILIK VE EVRİMİN
KANITLARI BÖLÜMÜNDEKİ YANILGILARI
YARATILIŞ BİLİMSEL BİR GERÇEKTİR
SONUÇ
Yazar Hakkında
Harun Yahya müstear ismini kullanan yazar, 1956 yılında
Ankara'da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Ankara'da tamamladı. Daha sonra
İstanbul Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nde ve İstanbul
Üniversitesi Felsefe Bölümü'nde öğrenim gördü. 1980'li yıllardan bu yana,
imani, bilimsel ve siyasi konularda pek çok eser hazırladı. Bunların yanı sıra,
yazarın evrimcilerin sahtekarlıklarını, iddialarının geçersizliğini ve
Darwinizm'in kanlı ideolojilerle olan karanlık bağlantılarını ortaya koyan çok
önemli eserleri bulunmaktadır.
Yazarın müstear ismi, inkarcı düşünceye karşı mücadele eden
iki peygamberin hatıralarına hürmeten, isimlerini yad etmek için Harun ve Yahya
isimlerinden oluşturulmuştur. Yazar tarafından kitapların kapağında
Resulullah'ın mührünün kullanılmış olmasının sembolik anlamı ise, kitapların
içeriği ile ilgilidir. Bu mühür, Kuran-ı Kerim'in Allah'ın son Kitab'ı ve son
sözü, Peygamberimiz (sav)'in de hatem-ül enbiya olmasını remzetmektedir. Yazar
da, yayınladığı tüm çalışmalarında, Kuran'ı ve Resulullah'ın sünnetini kendine
rehber edinmiştir. Bu suretle, inkarcı düşünce sistemlerinin tüm temel
iddialarını tek tek çürütmeyi ve dine karşı yöneltilen itirazları tam olarak
susturacak "son söz"ü söylemeyi hedeflemektedir. Çok büyük bir hikmet
ve kemal sahibi olan Resulullah'ın mührü, bu son sözü söyleme niyetinin bir
duası olarak kullanılmıştır.
Yazarın tüm çalışmalarındaki ortak hedef, Kuran'ın
tebliğini dünyaya ulaştırmak, böylelikle insanları Allah'ın varlığı, birliği ve
ahiret gibi temel imani konular üzerinde düşünmeye sevk etmek ve inkarcı
sistemlerin çürük temellerini ve sapkın uygulamalarını gözler önüne sermektir.
Nitekim Harun Yahya'nın eserleri Hindistan'dan Amerika'ya,
İngiltere'den Endonezya'ya, Polonya'dan Bosna Hersek'e, İspanya'dan Brezilya'ya,
Malezya'dan İtalya'ya, Fransa'dan Bulgaristan'a ve Rusya'ya kadar dünyanın daha
pek çok ülkesinde beğeniyle okunmaktadır. İngilizce, Fransızca, Almanca,
İtalyanca, İspanyolca, Portekizce, Urduca, Arapça, Arnavutça, Rusça, Boşnakça,
Uygurca, Endonezyaca, Malayca, Bengoli, Sırpça, Bulgarca, Çince, Kishwahili
(Tanzanya'da kullanılıyor), Hausa (Afrika'da yaygın olarak kullanılıyor),
Dhivelhi (Mauritus'ta kullanılıyor), Danimarkaca ve İsveçce gibi pek çok dile
çevrilen eserler, yurt dışında geniş bir okuyucu kitlesi tarafından takip
edilmektedir.
Dünyanın dört bir yanında olağanüstü takdir toplayan bu
eserler pek çok insanın iman etmesine, pek çoğunun da imanında derinleşmesine
vesile olmaktadır. Kitapları okuyan, inceleyen her kişi, bu eserlerdeki hikmetli,
özlü, kolay anlaşılır ve samimi üslubun, akılcı ve ilmi yaklaşımın farkına
varmaktadır. Bu eserler süratli etki etme, kesin netice verme, itiraz
edilemezlik, çürütülemezlik özellikleri taşımaktadır. Bu eserleri okuyan ve
üzerinde ciddi biçimde düşünen insanların, artık materyalist felsefeyi, ateizmi
ve diğer sapkın görüş ve felsefelerin hiçbirini samimi olarak savunabilmeleri
mümkün değildir. Bundan sonra savunsalar da ancak duygusal bir inatla
savunacaklardır, çünkü fikri dayanakları çürütülmüştür. Çağımızdaki tüm inkarcı
akımlar, Harun Yahya külliyatı karşısında fikren mağlup olmuşlardır.
Kuşkusuz bu özellikler, Kuran'ın hikmet ve anlatım
çarpıcılığından kaynaklanmaktadır. Yazarın kendisi bu eserlerden dolayı bir
övünme içinde değildir, yalnızca Allah'ın hidayetine vesile olmaya niyet
etmiştir. Ayrıca bu eserlerin basımında ve yayınlanmasında herhangi bir maddi
kazanç hedeflenmemektedir.
Bu gerçekler göz önünde bulundurulduğunda, insanların
görmediklerini görmelerini sağlayan, hidayetlerine vesile olan bu eserlerin
okunmasını teşvik etmenin de, çok önemli bir hizmet olduğu ortaya çıkmaktadır.
Bu değerli eserleri tanıtmak yerine, insanların zihinlerini
bulandıran, fikri karmaşa meydana getiren, kuşku ve tereddütleri dağıtmada,
imanı kurtarmada güçlü ve keskin bir etkisi olmadığı genel tecrübe ile sabit
olan kitapları yaymak ise, emek ve zaman kaybına neden olacaktır. İmanı
kurtarma amacından ziyade, yazarının edebi gücünü vurgulamaya yönelik eserlerde
bu etkinin elde edilemeyeceği açıktır. Bu konuda kuşkusu olanlar varsa, Harun
Yahya'nın eserlerinin tek amacının dinsizliği çürütmek ve Kuran ahlakını yaymak
olduğunu, bu hizmetteki etki, başarı ve samimiyetin açıkça görüldüğünü
okuyucuların genel kanaatinden anlayabilirler.
Bilinmelidir ki, dünya üzerindeki zulüm ve karmaşaların,
Müslümanların çektikleri eziyetlerin temel sebebi dinsizliğin fikri
hakimiyetidir. Bunlardan kurtulmanın yolu ise, dinsizliğin fikren mağlup
edilmesi, iman hakikatlerinin ortaya konması ve Kuran ahlakının, insanların
kavrayıp yaşayabilecekleri şekilde anlatılmasıdır. Dünyanın günden güne daha
fazla içine çekilmek istendiği zulüm, fesat ve kargaşa ortamı dikkate
alındığında bu hizmetin elden geldiğince hızlı ve etkili bir biçimde yapılması
gerektiği açıktır. Aksi halde çok geç kalınabilir.
Bu önemli hizmette öncü rolü üstlenmiş olan Harun Yahya
külliyatı, Allah'ın izniyle, 21. yüzyılda dünya insanlarını Kuran'da tarif
edilen huzur ve barışa, doğruluk ve adalete, güzellik ve mutluluğa taşımaya bir
vesile olacaktır.
Okuyucuya
• Bu kitapta ve diğer çalışmalarımızda evrim teorisinin
çöküşüne özel bir yer ayrılmasının nedeni, bu teorinin her türlü din aleyhtarı
felsefenin temelini oluşturmasıdır. Yaratılışı ve dolayısıyla Allah'ın
varlığını inkar eden Darwinizm, 140 yıldır pek çok insanın imanını kaybetmesine
ya da kuşkuya düşmesine neden olmuştur. Dolayısıyla bu teorinin bir aldatmaca
olduğunu gözler önüne sermek çok önemli bir imani görevdir. Bu önemli hizmetin
tüm insanlarımıza ulaştırılabilmesi ise zorunludur. Kimi okuyucularımız belki
tek bir kitabımızı okuma imkanı bulabilir. Bu nedenle her kitabımızda bu konuya
özet de olsa bir bölüm ayrılması uygun görülmüştür.
• Belirtilmesi gereken bir diğer husus, bu kitapların
içeriği ile ilgilidir. Yazarın tüm kitaplarında imani konular, Kuran ayetleri
doğrultusunda anlatılmakta, insanlar Allah'ın ayetlerini öğrenmeye ve yaşamaya
davet edilmektedir. Allah'ın ayetleri ile ilgili tüm konular, okuyanın aklında
hiçbir şüphe veya soru işareti bırakmayacak şekilde açıklanmaktadır.
Bu anlatım sırasında kullanılan samimi, sade ve akıcı üslup
ise kitapların yediden yetmişe herkes tarafından rahatça anlaşılmasını
sağlamaktadır. Bu etkili ve yalın anlatım sayesinde, kitaplar "bir solukta
okunan kitaplar" deyimine tam olarak uymaktadır. Dini reddetme konusunda
kesin bir tavır sergileyen insanlar dahi, bu kitaplarda anlatılan gerçeklerden
etkilenmekte ve anlatılanların doğruluğunu inkar edememektedirler.
• Bu kitap ve yazarın diğer eserleri, okuyucular tarafından
bizzat okunabileceği gibi, karşılıklı bir sohbet ortamı şeklinde de okunabilir.
Bu kitaplardan istifade etmek isteyen bir grup okuyucunun kitapları birarada
okumaları, konuyla ilgili kendi tefekkür ve tecrübelerini de birbirlerine
aktarmaları açısından yararlı olacaktır.
• Bunun yanında, sadece Allah rızası için yazılmış olan bu
kitapların tanınmasına ve okunmasına katkıda bulunmak da büyük bir hizmet
olacaktır. Çünkü yazarın tüm kitaplarında ispat ve ikna edici yön son derece
güçlüdür. Bu sebeple dini anlatmak isteyenler için en etkili yöntem, bu
kitapların diğer insanlar tarafından da okunmasının teşvik edilmesidir.
• Kitapların arkasına yazarın diğer eserlerinin
tanıtımlarının eklenmesinin ise önemli sebepleri vardır. Bu sayede kitabı eline
alan kişi, yukarıda söz ettiğimiz özellikleri taşıyan ve okumaktan hoşlandığını
umduğumuz bu kitapla aynı vasıflara sahip daha birçok eser olduğunu görecektir.
İmani ve siyasi konularda yararlanabileceği zengin bir kaynak birikiminin
bulunduğuna şahit olacaktır.
• Bu eserlerde, diğer bazı eserlerde görülen, yazarın şahsi
kanaatlerine, şüpheli kaynaklara dayalı izahlara, mukaddesata karşı gereken
adaba ve saygıya dikkat edilmeyen üsluplara, burkuntu veren ümitsiz, şüpheci ve
ye'se sürükleyen anlatımlara rastlayamazsınız.
GİRİŞ
Amerikan Ulusal Bilimler Akademisi
(UBA), 1999 yılında Bilim ve Yaratılışçılık: Ulusal Bilimler Akademisi'nin
Görüşü adında bir kitapçık yayınladı. Kitapçığın amacı, evrim teorisinin
'en önemli delillerini' biraraya getirerek, yaratılış-evrim tartışmalarına
cevap vermekti. Kitapçık, tüm dünyada evrimciler tarafından çok önemli bir
kaynak olarak kabul edildi. Evrimci çevreler bu kitabı internet sitelerinde
ücretsiz olarak yayınladılar. Ülkemizde ise bu Darwinist misyonu, geçtiğimiz
yıllarda zaten bu amaçla kurulmuş olan Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA)
üstlendi. Kitapçık Türkçeye çevrildi ve Bilim ve Ütopya gibi
Darwinist-materyalist çizgideki yayınlarda Türk evrimcilere müjdelendi.
Kitapçık
hakkında öyle bir reklam kampanyası yürütüldü ki, gören bu kitapçığın evrim
teorisi ile ilgili delillerle dolu olduğunu ve evrim teorisi aleyhindeki tüm
tartışmalara son verdiğini sanabilirdi. Ancak, kitapçıkta bunları bulmayı
umanlar, büyük bir hayal kırıklığına uğradılar. Çünkü kitapçıkta evrim
teorisinin asıl tartışma konusu olan ve asla evrim teorisi ile açıklanamayacağı
açıkça görülen Kambriyen Patlaması, hücrenin kökeni, insan bilincinin kökeni
gibi konulardan bir kez bile bahsedilmiyor; evrimcilerin klasik iddiaları,
defalarca bilimsel bulgularla çürütülmüş olmasına rağmen oldukça yüzeysel bir
anlatımla, hiçbir delil getirilmeden tekrarlanıyordu.
Ulusal
Bilimler Akademisi'nin kitapçığındaki iddialara, önceki çalışmalarımızda birçok
kereler cevap vermiş, bu iddiaların bilimsel değeri olmadığını bilimsel
delilleri ile göstermiştik. Ancak yine de bu kitapçığa cevap niteliğinde yeni
bir çalışma hazırlama gereği doğdu. Çünkü bu çalışma ile dünyanın en önde gelen
evrimci kuruluşlarından biri olan Ulusal Bilimler Akademisi üyelerinin, büyük
bir bağnazlıkla bağlı oldukları Darwinizm ve materyalizm nedeniyle, çok açık
gerçekleri dahi göremeyecek hale nasıl geldiklerini, bilimi dahi göz ardı
ederek, delilleri nasıl çarpıtabildiklerini, göz göre göre bir yalanı nasıl
savunabildiklerini göstermek istedik.
Bu
kitabı objektif bir gözle okuyanlar, söz konusu gerçeği, yani evrim teorisinin
tamamen dogmatik bir inatla, körü körüne savunulmakta olduğunu bir kez daha
göreceklerdir.
Peki
bu bilim adamları neden bilimsel gerçeklere rağmen, 19. yüzyıldan kalma bir
dogmayı hala büyük bir ısrarla savunmaya devam ediyorlar?
Bunun
nedeni, bu bilim adamlarının inandıkları materyalist felsefedir. Sadece
maddenin varlığını kabul eden bir felsefe olan materyalizm, ateizmle eş anlamlı
gibidir. Ve ateistlerin, yani Allah'ın varlığını, dini, ilahi kitapları ve
ölümden sonraki sonsuz ahiret hayatını reddetmek isteyenlerin, hayatın kökenine
ateist bir açıklama getiren Darwinizm gibi bir teoriye ihtiyaçları vardır. Eğer
Darwinizm'in yıkıldığını kabul ederlerse, Allah'ın ve dolayısıyla, ahiretin
varlığını ve peygamberlerin doğru söylediğini de kabul etmek durumunda
kalacaklarını fark etmekte, bu nedenle büyük bir bağnazlıkla Darwinizm'i
savunmaya devam etmektedirler.
Matematik
ve astronomi profesörü Chandra Wickramasinghe, söz konusu Darwinist bağnazlığı fark
etmiş olan bilim adamlarından biri olarak şu itirafta bulunmaktadır:
Bir bilim adamı
olarak aldığım eğitim boyunca, bilimin herhangi bir bilinçli yaratılış kavramı
ile uyuşamayacağına dair çok güçlü bir beyin yıkamaya tabi tutuldum. Bu kavrama
karşı şiddetle tavır alınması gerekiyordu... Ama şu anda, Tanrı'ya inanmayı
gerektiren açıklamaya karşı olarak öne sürülebilecek hiçbir argüman
bulamıyorum… Biz hep açık bir zihinle düşünmeye alıştık ve şimdi yaşama
getirilebilecek tek mantıklı cevabın yaratılış olduğu sonucuna varıyoruz,
tesadüfi karmaşalar değil.1
Evrimci
antropolog Dr. Michael Walker ise, 'Birçok bilim adamı ve teknoloji
uzmanının Darwin teorisini ikna olmasalar da kabul etmelerinin tek nedeninin,
bu teorinin bir Yaratıcı olduğunu reddetmesi olduğunu kabul etmek zorundayız.'
2 diyerek bu gerçeği kabul etmektedir.
Kitap
boyunca da görüleceği gibi, Bilim ve Yaratılışçılık kitapçığının
yazarları her ne kadar bilim adamı ünvanı taşıyan kişiler olsalar da, hem
bilimi, hem de akıl ve mantığı bir kenara bırakmış, Allah'ın varlığını ve
herşeyin Yaratıcısı olduğunu inkar etmeyi kendilerine bir amaç olarak
belirlemiş kişilerdir. Bu kişiler tesadüfen meydana gelmesi 1040.000 de 1 ihtimal olan (yani kesinlikle imkansız
olan) bir proteinin, tesadüfen meydana geldiğine, sonra bunu, tesadüfen
gerçekleşmesi en az bu kadar imkansız olan yüzbinlerce tesadüfün izlediğine
inanmaktadırlar. Canlılara, özellikle insanlara kanser gibi ölümcül
hastalıklardan başka bir şey kazandırmayan mutasyonların, maymunları düşünen,
akleden, muhakeme eden, kararlar veren, politikalar izleyen, medeniyetler
kuran, sanat şaheserleri meydana getiren, sevinen, üzülen, arkadaş edinen, aile
kuran, Nobel Ödülü, Oscar kazanan, yüzbinlerce sayfa kitabı okuyup öğrenen
öğrencilere, sanatçılara, bilim adamlarına, politikacılara, mimarlara, öğretim
görevlilerine dönüştüren bir güç olduğunu zannetmektedirler. İşte sahip
oldukları ve gözü kapalı olarak savundukları bu ideolojileri nedeniyle, akılcı
düşünme yeteneklerini kaybetmişlerdir.
İşte
bu nedenle İskandinav bilim adamı Søren Løvtrup'un dediği gibi 'Sanırım
herkes, bir bilim dalının tamamının yanlış bir teoriye bağımlı hale gelmesinin
çok büyük bir şanssızlık olacağını kabul edecektir... İnanıyorum ki, Darwinizm
efsanesi bir gün bilim tarihindeki en büyük aldanış olarak tanımlanacaktır.'3
UBA'NIN
HAYATIN KÖKENİ HAKKINDAKİ YANILGISI
Kuşkusuz, hayatın kökenini
açıklama iddiasında olan evrim teorisinin cevaplaması gereken ilk soru: cansız
bir evrende ilk yaşamın nasıl başladığı, cansız maddelerin, canlı varlıkları
nasıl meydana getirdiği sorusudur. Ne var ki, evrim teorisinin 'en önemli
delillerini' ortaya koymak için hazırlandığı öne sürülen Ulusal Bilimler
Akademisi'nin Bilim ve Yaratılışçılık adlı kitapçığında, bu soruların cevapları
bulunmamaktadır. Bunun yerine, UBA yazarlarının, evrim teorisini sorunsuz,
şüpheye yer vermeyen, kesinlikle ispatlanmış bir teori gibi gösteren,
evrimciler için 'toz pembe' bir tablo çizen varsayımları yer almaktadır. UBA
yazarları, sanki evrim teorisinin en büyük çıkmazlarından biri, cansız
maddelerin nasıl olup da tesadüfi kimyasal süreçler sonucunda canlı maddelere
dönüştüğü konusu değilmiş gibi şöyle demektedirler:
Yaşamın başlangıcını araştıranlar için soru artık yaşamın biyolojik
olmayan bileşimlerden kimyasal bir süreç sonucunda ortaya çıkıp çıkmadığı
değil, bu sürecin olası pek çok yoldan hangisi ile ilk hücreleri
oluşturduğudur. (Bilim ve Yaratılışçılık, s. 6)
UBA
yazarları söz konusu 'kimyasal süreç olasılıkları'ndan ise şöyle söz etmektedirler:
Dünyanın yeni
oluştuğu zamanki koşullara benzer ortamlarda yapılan deneylerde proteinlerin,
DNA'nın ve RNA'nın yapıtaşı bazı kimyasal bileşikler oluşmuştur. Ayrıca, bu
moleküllerden bazıları, uzaydan dünyaya düşen meteorlarda bulunmuş, ve
radyoteleskoplarla uzayı inceleyen astronomlar tarafından da keşfedilmiştir.
Bilimciler, yaşamın temel yapıtaşları olan bu moleküllerin Dünyanın ilk
oluştuğu zamanlarda mevcut olduğu sonucuna varmışlardır. (Bilim ve
Yaratılışçılık, s. 5)
UBA
yazarlarının ve evrimcilerin iddiaları özetle şöyledir: Cansız dünyada var olan
ve ilkel çorba olarak adlandırılan ortamda, canlılığın oluşması için gereken
tüm maddeler vardı ve bu maddeler kimyasal süreçlerle tesadüfen biraraya
gelerek hücreyi oluşturdular.
Her
ne kadar UBA özellikle belirtmemiş olsa da, söz konusu iddiayı destekleyecek
hiçbir delil bulunmamaktadır. Hatta deliller evrimcilerin iddialarını çürütecek
niteliktedir. Ayrıca, konunun uzmanı olan evrimciler dahi, UBA yazarları kadar
kesin ve emin bir üslup kullanmamakta, hayatın kökeni konusunun evrim teorisi
için bir bilinmez olduğunu kabul etmektedirler. Sadece ilkel dünya atmosferinin
organik bileşikleri parçalayacak olan oksijen gazına bol miktarda sahip
olduğunun anlaşılması (yani kimya diliyle "indirgeyici" olmadığının
belirlenmesi) bile, yaşamın kökeni ile ilgili "kimyasal evrim"
teorilerini çıkmaza sokmuştur. Örneğin Biogenesis: Theories of Life's Origin
adlı kitabın (1999) yazarı olan evrimci Noam Lahav şöyle der:
İndirgeyici
(oksijen içermeyen) bir atmosfere ilişkin varsayıma karşı gelmekle, biyolojik
açıdan önemli organik bileşenler açısından zengin "pre-biyotik
çorbanın" varlığına da karşı çıkmış oluyoruz. Dahası şimdiye kadar
pre-biyotik çorbanın varlığına ilişkin hiçbir jeokimyasal delil yayınlanmamıştır.
Gerçekten de çok sayıda bilim adamı, var olsa bile, organik yapıtaşları
toplamının, prebiyotik evrim için anlamlı olabilmesi için çok küçük olduğunu
kaydederek, pre-biyotik çorba kavramına karşı çıkmaktadırlar.1
Yani:
1)
Hem ilkel atmosferdeki yüksek oksijen, "yaşamın temel yapıtaşlarının"
oluşmasına engeldir.
2)
Hem de bunların oluştuğu varsayılsa bile, bu "yapıtaşlarının"
kimyasal reaksiyonlarla ya da tesadüfle proteinleri, RNA veya DNA'yı
oluşturması mümkün değildir. Çünkü proteinler, RNA veya DNA, son derece yoğun
bir bilgi içermektedir ve bu bilginin rastgele oluşması istatistiksel olarak
imkansızdır.
Dikkat
edilirse UBA yazarları, her iki gerçeği göz ardı etmişler, özellikle de ikinci
gerçeği, çok kendini ele veren bir üslupla savuşturmaya çalışmışlardır:
"Yaşamın yapıtaşları" ifadesini duyan pek çok insan, "bu
yapıtaşları olduğu durumda, demek ki yaşam da kendiliğinden doğabiliyor"
diye düşünebilir. (UBA yazarları da bunu düşündürtmek istemişlerdir.) Oysa bu
bir aldanış ve (UBA açısından) aldatmacadır; çünkü sözü edilen
"yapıtaşları" amino asitler veya nükleik asitler gibi basit organik
bileşiklerdir ve bunların proteinler, RNA ve DNA gibi kompleks yapılara
dönüşmesi imkansızdır. Bir evin "yapıtaşları" olan tuğlaların
varlığının, bunların rastgele biraraya gelip bir ev yapacakları anlamına
gelmediği gibi.
UBA
"ilk hücreleri üretmek için izlenmiş olabilecek bilinen birçok yol"
vardır iddiasındadır. Bu iddia kesinlikle yanlıştır. Hiçbir bilim adamı ilk
hücreyi cansız maddelerden üretebilecek herhangi bir yol bulmuş değildir.
Hayatın kökeni hakkındaki araştırmaları olan Johannes Gutenberg Üniversitesi
Biyokimya Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Klaus Dose bu sorunu şöyle ifade
etmiştir:
Yaşamın kökeni
konusunda kimyasal ve moleküler evrim alanlarında otuz yılı aşkın bir süredir
yürütülen tüm deneyler, yaşamın kökeni sorununa cevap bulmaktansa, sorunun ne
kadar büyük olduğunun kavranmasına neden oldu. Şu anda bu konudaki bütün
teoriler ve deneyler ya bir çıkmaz sokak içinde bitiyorlar ya da bilgisizlik
itiraflarıyla sonuçlanıyorlar. Yeni düşünce ve deneysel hareket tarzları
denenmelidir... Bilim adamları arasında detaylı evrimsel aşamalara ilişkin
oldukça büyük anlaşmazlıklar çıkmıştır. Problem prebiyotik (yaşam öncesi)
moleküllerden progenotlara (en ilkel hücrelere) geçişi sağlayan temel evrimsel
süreçlerin delillerle ispatlanmamış olmaları ve bu süreçlerin oluştuğu çevresel
koşulların bilinmemesidir. Dahası, tüm canlı hücrelerin oluşumuna neden olan
genetik bilginin nerede olduğunu, ilk kopyalanabilir polinükleotidlerin (çoklu
nükleik asitler, ilk DNA) nasıl evrimleştiğini, ya da modern hücreler
içerisindeki aşırı derece karmaşıklıktaki yapısal işlev ilişkilerinin nasıl
oluştuğunu gerçekte bilmiyoruz... Öyle görünüyor ki bu alan artık bir açmaza,
varsayımların deneyler ya da gözlemlerle temellendirilmiş olgular üzerinde
baskın oldukları bir konuma ulaşmıştır.2
Evrimci
biyolog Andrew Scott da benzer bir itirafta bulunmakta ve şöyle demektedir:
Biraz madde
alın, karıştırın, ısıtın ve bekleyin. Bu, hayatın kökeninin modern
versiyonudur. Yerçekimi, elekromanyetizma, zayıf ve güçlü nükleer kuvvetler
gibi 'temel' güçler gerisini halledecektir... Peki ama bu kolay hikayenin ne
kadarı sağlam temellere oturmaktadır ve ne kadarı umuda dayalı spekülasyonlara
bağlıdır? Gerçekte, ilk kimyasal maddelerden canlı hücrelere kadar giden
aşamaların bütün mekanizmaları ya tartışma konusudur ya da tamamen karanlık
içindedir. 3
Biyokimya
profesörü David A. Kaufman da, evrim teorisinin genetik hayatın kökeni hakkında
bir açıklama getiremediğini şu ifadelerle itiraf etmektedir:
Evrim,
hücrelerle beraber dikkatlice tasarlanmış genetik kodların kökenine dair kabul
edilebilir bir bilimsel açıklama getirmekten uzak. Ki bunlar olmazsa proteinler
ve dolayısıyla hayat da olamaz.4
UBA
yazarları ise, hayatın kökeni hakkında evrim teorisinin bir açıklaması
olmadığını itiraf etmek yerine, evrim teorisi lehinde gerçek dışı bir tablo
çizerek okuyucuları aldatma yolunu seçmişlerdir. Evrimin her konuda delili
olduğu, hayatın kökenini açıklayan birçok teze sahip oldukları gibi konunun
uzmanı olan hiç kimse tarafından onay görmeyecek asılsız bir iddia ortaya
atmışlardır. Evrimcilerin çizdikleri bu toz pembe tablo kesinlikle gerçekleri
yansıtmamaktadır. Hayatın kökeni hakkında öne sürdükleri tezlerden her biri
ayrı bir çıkmaz içindedir ve bu alternatifler hayatın kökeni sorununu
çözmemekte, sadece sorunu bir başka sorun haline getirmektedir. Bilim ve
Yaratılışçılık kitabında sözü edilen bu sözde alternatiflerden biri
"RNA Dünyası" tezidir. RNA Dünyası tezi günümüzde evrimciler arasında
en çok kabul gören iddialardan biri olmasına rağmen, aşağıda da inceleneceği
gibi çok fazla sorun içermektedir ve gerçekleşmesi imkansız bir senaryo olduğu
açıkça ortadadır.
RNA
Dünyası Senaryosu
Bilim
ve Yaratılışçılık
kitabında, RNA Dünyası olarak anılan hipotezin, hayatın kökeni hakkındaki
alternatif (ve makul) açıklamalardan biri olduğu öne sürülmektedir. Oysa RNA
Dünyası tezi de, evrimciler tarafından yapılan diğer açıklamalar gibi hayatın
kökeni konusuna hiçbir açıklama getirememektedir.
RNA
Dünyası tezine göre, ilk önce proteinler değil, proteinlerin bilgisini taşıyan
RNA molekülü oluşmuştur. Bu tezin ortaya atılmasının nedeni ise, 70'li yıllarda
ilkel dünya atmosferinin içerdiği gazların amino asitlerin oluşumunu ve
dolayısıyla protein sentezini imkansız kıldığının anlaşılması olmuştur. Daha
önceki yıllarda Miller ve Fox gibi evrimcilerin yaptıkları ve metan-amonyak
temelli bir atmosfer modeline dayanan deneylerin tümü başarısızlıkla
sonuçlanmıştır. Bunun üzerine yeni evrimci arayışlar başlamış ve RNA Dünyası
tezi ortaya çıkmıştır.
RNA
Dünyası senaryosuna göre, bundan milyarlarca yıl önce, her nasılsa kendi
kendisini kopyalayabilen bir RNA molekülü tesadüfen oluşmuştur. Sonra bu RNA
molekülü çevre şartlarının etkisiyle birdenbire proteinler üretmeye
başlamıştır. Daha sonra bilgileri ikinci bir molekülde saklamak ihtiyacı doğmuş
ve her nasılsa DNA molekülü ortaya çıkmıştır.
Her
aşaması ayrı bir imkansızlıklar zinciri olan bu hayal etmesi bile güç senaryo,
hayatın başlangıcına açıklama getirmek yerine, sorunu daha da büyütmüş, pek çok
içinden çıkılmaz soruyu gündeme getirmiştir. Bu sorunlardan bazıları şöyledir:
1-
Daha, RNA'yı oluşturan nükleotidlerin tek bir tanesinin bile oluşması
kesinlikle rastlantılarla açıklanamazken, acaba hayali nükleotidler nasıl uygun
bir dizilimde biraraya gelerek RNA'yı oluşturmuşlardı? Evrimci biyolog John
Horgan RNA'nın tesadüfen oluşmasının imkansızlığını şöyle kabullenir:
Araştırmacılar
RNA dünyası kavramını detaylı biçimde inceledikçe giderek daha fazla sorun
ortaya çıkıyor. RNA ilk olarak nasıl oluştu? RNA ve onun parçalarının
laboratuvarda en iyi şartlarda sentezlenmesi bile son derece zor iken, bunun
prebiyotik (yaşam öncesi) ortamda gerçekleşmesi nasıl olmuştur?5
2-
Tesadüfen oluştuğunu farz etsek bile, yalnızca bir nükleotid zincirinden ibaret
olan bu RNA hangi bilinçle kendisini kopyalamaya karar vermiş ve ne tür bir
mekanizmayla bu kopyalamayı başarmıştı? Kendisini kopyalarken kullanacağı
nükleotidleri nereden bulmuştu? Evrimci mikrobiyologlar Gerald Joyce ve Leslie
Orgel, durumun ümitsizliğini şöyle dile getirmektedirler:
Tartışma,
içinden çıkılmaz bir noktada odaklaşıyor: Karmakarışık bir polinükleotid
çorbasından çıkıp, birdenbire kendini kopyalayabilen o hayali RNA'nın
efsanesi... Bu kavram, yalnızca bugünkü prebiotik kimya anlayışımıza göre
gerçek dışı olmakla kalmamakta, aynı zamanda RNA'nın kendini kopyalayabilen bir
molekül olduğu şeklindeki aşırı iyimser düşünceyi de yıkmaktadır.6
3-
Kaldı ki eğer ilkel dünyada kendini kopyalayan bir RNA oluştuğunu ve ortamda
RNA'nın kullanacağı her çeşit amino asitten sayısız miktarlarda bulunduğunu
farz etsek ve bütün bu imkansızlıkların bir şekilde gerçekleşmiş olduğunu
düşünsek bile, bu durum yine de tek bir protein molekülünün oluşabilmesi için
yeterli değildir. Çünkü RNA, sadece proteinin yapısıyla ilgili bilgidir. Amino
asitler ise ham maddedir. Ancak ortada proteini üretecek "mekanizma"
yoktur. RNA'nın varlığını protein üretimi için yeterli saymak, bir arabanın
kağıt üzerine çizilmiş tasarımını o arabayı oluşturacak binlerce parçanın
üzerine atıp sonra arabanın kendi kendine montajlanıp ortaya çıkmasını
beklemekle aynı derecede anlamsızdır.
Bir
protein, hücre içindeki son derece karmaşık işlemler sonucunda pek çok enzimin
yardımıyla ribozom adı verilen organelde üretilir. Ribozom ise yine
proteinlerden oluşmuş karmaşık bir hücre organelidir. Dolayısıyla bu durum,
ribozomun da aynı anda tesadüfen meydana gelmiş olması gibi olanak dışı bir
varsayımı daha beraberinde getirecektir. Evrim teorisinin ünlü savunucularından
Nobel ödüllü Jacques Monod bile protein sentezinin yalnızca nükleik asitlerdeki
bilgiye indirgenmesinin mümkün olmadığını şu şekilde açıklamaktadır:
Şifre (DNA ya da
RNA'daki bilgi), aktarılmadıkça anlamsızdır. Günümüz hücresindeki şifre aktarma
mekanizması en az 50 makromoleküler parçadan oluşmaktadır ki, bunların
kendileri de DNA'da kodludurlar. Şifre bu birimler olmadan aktarılamaz. Bu
döngünün kapanması ne zaman ve nasıl gerçekleşti? Bunun hayali bile aşırı derecede
zordur.7
İlkel
dünyadaki bir RNA zinciri hangi iradeyle böyle bir karar almış ve hangi
yöntemleri kullanarak, 50 özel görevli parçacığın işini tek başına yaparak
protein üretimini gerçekleştirmiştir? Evrimcilerin bu sorulara getirebildikleri
hiçbir açıklama yoktur. Ünlü bilim dergisi Nature'da yer alan bir
makalede de 'kendini kopyalayan RNA' kavramının tamamen hayal mahsulü olduğu,
gerçekte ise hiçbir deneyde bu tür bir RNA'nın elde edilemediği
belirtilmektedir:
Maynard Smith ve
Szathmary, 'DNA kopyalanması o kadar hataya açıktır ki, tek bir gen boyundaki
bir DNA parçasının doğru kopyalanmasını sağlayacak enzim proteinlerinin önceden
varlığına ihtiyaç vardır' demektedirler. Bu durumda, halen bilinen bilgisel ve
enzimatik işlev taşıycı özelliğiyle RNA, yazarları şunu söylemeye yöneltiyor:
'Özde, ilk RNA molekülleri kendilerini kopyalamak için polimerleştirici bir
protein enzime ihtiyaç duymadılar; kendi kendilerini kopyaladılar.' Bu bir
gerçek midir, yoksa bir beklenti mi? Genelde tüm biyologlar için şunu
belirtmenin açıklayıcı olduğunu düşünüyorum ki suni olarak sentezlenmiş
katrilyonlarca (1024) rastgele RNA dizilimleri arasından tek bir tane bile
kendini kopyalayan (self-replicating) bir RNA çıkmamıştır.8
San
Diego California Üniversitesi'nden Stanley Miller'ın ve Francis Crick'in
çalışma arkadaşı olan ünlü evrimci Dr. Leslie Orgel, 'hayatın RNA dünyası ile
başlayabilmesi' ihtimali için 'senaryo' deyimini kullanmaktadır. Orgel, bu
RNA'nın hangi özelliklere sahip olması gerektiğini ve bunun imkansızlığını, American
Scientist'in Ekim 1994 sayısındaki "The Origin of Life on the
Earth" başlıklı makalede şöyle ifade eder:
Bu senaryonun
oluşabilmesi için, ilkel dünyadaki RNA'nın bugün mevcut olmayan iki özelliğinin
olmuş olması gerekmektedir: Proteinlerin yardımı olmaksızın kendini
kopyalayabilme özelliği ve protein sentezinin her aşamasını gerçekleştirebilme
özelliği.9
Açıkça
anlaşılacağı gibi Orgel'in, 'olmazsa olmaz' şartını koyduğu bu iki kompleks
işlemi RNA gibi bir molekülden beklemek bilimsel düşünceye aykırıdır. Somut
bilimsel gerçekler, hayatın rastlantılarla ortaya çıktığı iddiasının yeni bir
versiyonu olan 'RNA Dünyası' tezinin, gerçekleşmesi imkansız bir senaryo
olduğunu ortaya koymaktadır.
John
Horgan da The End of Science adlı kitabında, sonradan geçersizliği
ortaya çıkmış ünlü Miller deneyinin sahibi Stanley Miller'ın, son dönemlerde
ortaya sürülen hayatın kökeni hakkındaki teorileri son derece anlamsız ve küçük
gören tavrını şöyle aktarmaktadır:
İlk deneyinden
yaklaşık 40 yıl sonra Miller bana, hayatın kökeni bilmecesini çözmenin
kendisinin ya da başka herhangi birinin düşündüğünden çok daha zorlaştığını
söyledi... Miller, 'anlamsız' veya 'kağıt üstü kimyası' adını verdiği, hayatın
kökeni ile ilgili yeni tezlerden hiç etkilenmemişe benziyor. Bazı hipotezleri o
kadar küçük gören bir tavır takındı ki, onlarla ilgili görüşlerini sorduğumda,
kafasını salladı, iç geçirdi ve kıs kıs güldü, adeta insanlığın ahmaklığının
farkına varmışcasına... Stuart Kauffman'ın otokataliz teorisi de bu kategoriye
girmekte. Miller, 'Bir bilgisayarda denklemler hesaplamak bir deney teşkil
etmez' diye burun kıvırdı. Miller, bilim adamlarının nerede ve ne zaman hayatın
başladığını hiçbir zaman kesin bir biçimde bilemeyeceklerini de onayladı.10
Miller
gibi, hayatın kökenine evrimci açıklama bulabilme çabasının öncülüğünü yapmış
en ateşli evrim taraftarlarının bile, evrim açısından bu derece ümitsiz
ifadeleri, teorinin içinde bulunduğu çaresizliği açık bir biçimde
yansıtmaktadır.
UBA'NIN MARS'TAN GELEN HÜCRE
YANILGISI
Bilim
ve Yaratılışçılık
kitapçığında, ilk hücrelerin Mars'ta oluşup Dünya'ya öyle gelmiş olabileceği
öne sürülmektedir. (Bilim ve Yaratılışçılık, s.7)
Mars,
iddia ettikleri ilkel dünya koşullarında ilk hücrenin nasıl olup da tesadüfen
oluşabildiğine açıklama getiremeyen evrimcilerin sığındıkları yerlerden
biridir. Ancak, dünyada ilk hücrenin nasıl oluştuğunu açıklayamayan bir teori,
Mars'ta da aynı zorluklarla karşılaşacaktır. Hatta Mars'ta oluştuğu varsayılan
hücrenin dünyaya gelişi sırasında karşısına çok daha fazla zorluk ve engel
çıkacaktır, ki bu ilk hücrenin Mars'ta oluştuğu iddiasını daha da imkansız hale
getirir.
Öte
yandan böyle bir hücre oluşsa bile -ki bu imkansızdır- bunun dünyaya gelmesi de
ayrı bir imkansızlıktır. Herhangi bir hücrenin bir "uzay yolculuğu"
sırasında öleceğini ünlü fizik profesörü George Gamow şöyle açıklar:
Uzayda yolculuk
yapan sporları bekleyen ve donarak ölmekten daha ciddi olan bir tehlikeyi
unutmamak gerekir. Çok iyi bilindiği gibi Güneş'ten önemli oranda mor ötesi
ışınlar yayılmaktadır. Yeryüzünü kuşatan atmosfer tabakasının çok azının
geçmesine müsade ettiği bu ışınlar; uzay boşluğu içinde kendilerini koruyacak
mekanizmaları bulunmayan bu mikroorganizma sporları için en büyük tehlikedir ve
onları bir anda öldürebilecek güçtedir. Bu sebeple bakterilerin hayali
yolculukları daha en yakın gezegene dahi ulaşmadan onların ölümüyle
sonuçlanacaktır. 1966 yılında yapılan bir başka araştırma neticesi 'uzaydan
gelme' hipotezinin tamamen terk edilmesine sebep olmuştur. 'Gemini-9' uzay
aracının dış yüzeyine özellikle seçilmiş en dayanıklı mikroorganizmalar
yerleştirildikten sonra uzaya gönderilmişti. Yapılan incelemelerde bunların
tamamının yedi saat dahi geçmeden öldüğü görüldü. Halbuki bu hipoteze göre
hayatı başlattığı ileri sürülen bakterilerin yolculuğunun yıllarca sürmesi
gerekirdi.1
Prof.
Gamow'un sözleri son derece açıktır ve yapılan deney Mars'ta bir hücre oluşmuş
olsa bile bunun Dünya'ya ulaşmasının imkansız olduğunu göstermiştir.
Bu
konuda, evrimcilerin asıl göz ardı ettikleri konu ise, hücrenin yapısındaki
kompleksliktir. Evrimciler ilk hücrenin oluşumu ile ilgili sanki tek sorun
dünyadaki koşullarmış gibi bir izlenim oluşturmaya çalışırlar. Bunun sonucunda
ise, Dünya koşulları elverişsizse, ilk hücre Mars'ta oluşmuştur iddiasında
bulunurlar. Oysa, ilk hücrenin kendi kendine, rastgele koşullarda oluşumunu
imkansız kılan asıl nokta, hücrenin sahip olduğu, kompleks yapı ve üstün
organizasyondur.
Hücre,
kompleks yapılara sahip birçok organelin biraraya gelmesinden oluşur. Örneğin,
hücre zarı, belli bileşiklerin hücrenin içine alınmasını veya hücreden dışarı
çıkmalarını sağlar, hücre için zararlı olan maddeleri tanır ve içeri almaz.
Hücrelerin içinde tüm canlı ile ilgili bilginin saklandığı nükleik asitler (DNA
ve RNA) bulunmaktadır. Bu yapılar, çok büyük bir kütüphane ile kıyaslanacak
kadar bilgi içermektedirler. Ayrıca hücrede protein üreten ribozomlar bulunur.
Ribozomlar protein üretimi için, her biri farklı bir göreve sahip yüzlerce protein
kullanırlar. Her bir parça muhteşem bir kompleksliğe sahiptir. Bu parçaların
hiçbiri tek başına var olamaz, bunlardan birinin eksikliğinde ise hücre meydana
gelemez. Bu nedenle hücrenin en başından itibaren tüm organelleri ve parçaları
ile birlikte var olması gerekir. Evrim teorisinin iddia ettiği gibi, küçük
parçaların milyonlarca yıl içinde aşama aşama biraraya gelmesi ile oluşması
imkansızdır.
Matematik
ve astronomi profesörleri Prof. Fred Hoyle ve Prof. Chandra Wickramansinghe,
hayatın ne Dünya'da ne de başka bir gezegende kendi kendine tesadüfler
sonucunda oluşma ihtimalinin olmadığını şöyle açıklamaktadırlar:
...
Hayat tesadüfi bir başlangıca sahip olamaz. Evrende var olan bütün maymunları
birer daktilonun başına oturtsanız ve bu maymunlar rastgele daktilonun
tuşlarına bassalar, bu maymunlardan birinin bile Shakespear'in bir çalışmasını
oluşturmaları kesinlikle imkansızdır. Hatta pratikte yanlış denemelerin konması
için gereken çöp kutularının yetmemesi sebebinden dolayı da bu imkansızdır.
Aynısı canlı maddeler için de doğrudur. Hayatın cansız maddeden kendi kendine
oluşma olasılığı için 1 sayısının yanına 40.000 sıfır koyun. İşte hayatın
cansız maddeden kendi kendine oluşma olasılığı bu sayıda bir ihtimaldir… Eğer
insan, sosyal inançlardan dolayı veya 'bilimin evrime inanması gerekir'
şeklindeki eğitiminden dolayı ön yargılı hale gelmemişse bu basit hesap
Darwin'i ve tüm teoriyi gömmek için yeteri derecede olanaksız bir sayıdır. Ne
bu gezegende ne de bir başkasında, hiçbir ilkel çorba var olmamıştır ve eğer
hayatın başlangıcı rastgele değilse, o zaman belli bir amaca yönelik bir aklın
ürünü olmalıdır.2
Görüldüğü
gibi, ilk hücrenin oluşumunu imkansız kılan tek nokta Dünya'nın ilk halindeki
koşulların yetersizliği değil, hücrenin son derece kompleks bir yapıya sahip
olması ve böyle bir yapının tesadüfler sonucunda oluşmasının imkansız oluşudur.
Dolayısıyla, Dünya'da gerçekleşemeyen bir imkansızlığın, Mars'ta gerçekleşmesi
için hiçbir neden yoktur. Dünya üzerinde, elimizdeki harfleri rastgele yere atınca
nasıl anlamlı bir cümle elde etme ihtimalimiz yok ise, Mars için de aynı
imkansızlık söz konusudur. Hiç kimse 'Mars'ta atarsak anlamlı bir cümle oluşur'
diyemez.
Nobel
Ödülü sahibi Prof. Dr. Manfred Eigen "uzaydan gelen yaşam" tezinin
evrim teorisinin sorunlarını çözmeyeceğini şöyle belirtmiştir.
Pratikte test
edilebilen dizilim sayıları ile teoride hayal edilebilenler arasındaki
farklılık öyle büyüktür ki, hayatın kökenini Dünya'dan dış uzaya kaydırarak
açıklamalarda bulunma çabaları, ikileme kabul edilebilir bir açıklama
getirememektedir. 3
Ayrıca,
Dünya'ya uzaydan gelen bir hücre, evrim teorisinin sorunlarını çözmeyecektir.
Çünkü evrim teorisi hala bir hücrenin nasıl olup da balıklara, kuşlara,
çiçeklere ve insanlara dönüştüğünü açıklayamamaktadır.
Yaşamın
uzaydan geldiği (panspermia) düşüncesini ilk olarak gündeme getiren
kişiler arasında Fred Hoyle ve Chandra Wickramasinghe bulunmaktadır (1981).
Ayrıca Francis Crick (1981) ve Leslie Orgel (1973) de panspermia
düşüncesini (uzaydan yeryüzüne düşen meteorlarda bulunan amino asitler ile
organik maddelerin reaksiyona girdiği ve böylece canlılığın oluştuğu iddiası) ortaya atmışlardır. Hatta bu düşünceyi daha da ileri
götürüp, yaşamın uzaylı canlılar tarafından tasarlanarak Dünya'ya
gönderildiğini öne sürmüşlerdir. Bu, amino asitlerin veya ilk hücrenin
meteorlarla geldiğini iddia etmek kadar vahim bir iddiadır. Çünkü bu iddiada,
hayatı tasarladıkları iddia edilen uzaylıların nasıl ortaya çıktıkları sorusu
yine cevapsız kalacaktır.
Evrimcileri
hiçbir delili olmayan ve bilim kurgu filmlerine konu olmaktan başka bir değer
taşımayan bu iddialara sahip çıkmaya iten sebep, bu kişilerin hayatın kökeninin
evrimsel bir yaklaşımla açıklanmasının olanaksız olduğunu görmeleri, ancak her
koşulda materyalist bir açıklama arayışı içinde olmalarıdır. Bu bilim adamları,
Allah'ın varlığını kabul etmemek için, ellerinde hiçbir delil olmamasına rağmen
uzaylıların varlığına dahi inanabilecek -ve bu "uzaylıların" nasıl
var olduğu sorusunun da kendilerini yine yaratılış gerçeği ile yüzyüze
bırakacağını göremeyecek- kadar mantık çöküntüsü yaşamaktadırlar.
1
Biyoloji 3, Musa Özet, Osman Arpacı, Ali Uslu, Sürat Yayınları, Ağustos
1999, s. 254
2
Sir Fred Hoyle-Chandra Wickramasinghe, Evolution from Space, New York:
Simon and Schuster, 1984, s. 148
3
Manfred Eigen, Steps Toward Life, Oxford:Oxford University Press, 1992, s.
11
UBA'NIN DOĞAL SELEKSİYON YANILGISI
Bilim ve Yaratılışçılık isimli kitapçığın
'Biyolojik Evrimi Destekleyen Kanıtlar' başlıklı bölümünde, evrim teorisinin
delillerini bulmayı umanlar büyük bir hayal kırıklığına uğramaktadırlar. Çünkü,
bu bölümde, evrimciler tarafından bir 'mantra'1 gibi devamlı tekrarlanan,
geçersizlikleri defalarca kanıtlandığı halde evrimcilerin 'bilimsel delil' gibi
sunmaktan vazgeçmedikleri konular yer almaktadır. Bu 'mantra'ların başında
elbette ki evrimin temel mekanizmalarından biri olarak kabul edilen 'doğal
seleksiyon' gelmektedir.
Doğal
seleksiyonun Darwin'den önce de bilinen gerçek tanımı şudur: Herhangi bir çevrenin
koşullarına en uygun özelliklere sahip olan canlılar doğal olarak daha fazla
yaşama imkanına sahiptirler. Örneğin kışların uzun sürdüğü ve toprağın uzun
süre karla kaplı olduğu bir yerde, beyaz tüylü tavşanlar, koyu renk tüylülere
göre daha iyi kamufle olacakları ve daha az av olacakları için, daha fazla
yaşama ve dolayısıyla daha fazla üreme ihtimaline sahiptirler. Bu durumda, bir
süre sonra o çevrede beyaz tüylü tavşanların sayısı giderek artarken, koyu renk
tüylü tavşanların sayısı giderek azalır. Bir başka örnek vermek gerekirse,
sürekli olarak kaplanlardan kaçmak zorunda olan bir zebra sürüsünde, daha hızlı
koşabilen zebralar hayatta kalırken, diğerleri ölürler. Her jenerasyonda daha
hızlı koşanlar hayatta kalacağı için, birkaç jenerasyon sonra bu zebra sürüsü
çok daha hızlı koşan bireylerden oluşacaktır.
Doğal
seleksiyonun tanımı yukarıdaki gibidir, yani uygun olanlar yaşarlar, uygun
olmayanlar ise elenirler. Bu ise, söz konusu türün giderek daha uygun hale
gelmesine neden olur. Elbette ki bu her zaman için geçerli olmayabilir. Örneğin
global ısınma nedeni ile, iklimi değişen ve kar örtüsü kalkan bir çevrede,
beyaz tüylü tavşanlar 'en uygun ve hayatta kalan' iken, birdenbire 'en uygun
olmayan ve elenen' tür olacaktır ve koyu renk tüylü tavşanlar avantajlı duruma
gelecektir. Dolayısıyla, doğal seleksiyonun, bir tür için devamlı olarak aynı
özellikleri seçmesi her zaman için beklenemez.
Evrimciler
ise, doğal seleksiyonun, bir tür içinde milyarlarca yıl boyunca aynı
özellikleri seçtiğine ve bu özelliklerin birikerek önce bir tür içindeki
çeşitlenmeyi ve sonra da farklı türleri oluşturduğuna inanırlar. Oysa doğal
seleksiyon sürekli olarak aynı özellikleri seçse bile, bu sadece canlı
türlerinin bazı özelliklerinin (bu iyi özelliği tüm popülasyona yayarak) daha
iyileşmesine neden olmakta, ancak bu canlıların yeni bir özellik kazanmalarını
sağlamamakta, dolayısıyla başka türlere dönüşmesine kesinlikle olanak
tanımamaktadır. Tavşanlar her zaman tavşan olarak, zebralar ise zebra olarak
kalırlar. Çünkü bir türün sahip olduğu gen havuzu (genomu) onun bir başka türe
evrimleşmesine engeldir, bir tür ancak sahip olduğu genlerin izin verdiği
ölçüde değişiklik gösterebilir.
Ne
var ki Darwin, doğal seleksiyona, bu bilimsel anlamının dışında bir anlam
yüklemiş ve doğal seleksiyonun türlerin evriminin temel mekanizması olduğunu
öne sürmüştür. Darwin'in ve günümüzdeki evrimcilerin bu iddiasına göre, aklı,
bilinçli bir gücü olmayan doğal seleksiyon bir bakteri hücresi ile başlamış ve
yavaş yavaş, milyarlarca yıl içinde ağaçlar, kuşlar, çiçekler, karıncalar,
geyikler, papağanlar, çilekler, mandalinalar, atlar, tavuskuşları ve insanlar
gibi harikaları yaratmıştır. Bunun bilimsel ve tutarlı bir iddia olmadığı
açıkça ortadadır; çünkü doğal seleksiyon yeni bir özellik, yeni bir genetik
bilgi oluşturmaz, sadece mevcutlar arasında seçim yapar.
Evrim
teorisinin önde gelen isimlerinden Stephen Jay Gould, evrimcilerin doğal
seleksiyondan, gücünü çok aşan bir yetenek istediğini şöyle açıklar:
Darwinizm'in özü
tek bir cümlede ifade edilebilir: 'Doğal seleksiyon evrimsel değişimin yaratıcı
gücüdür'. Kimse doğal seleksiyonun uygun olmayanı elemesindeki negatif rolünü
inkar etmez. Ancak Darwinist teori, 'uygun olanı yaratması'nı da istemektedir.2
Gould,
1994 yılında Scientific American dergisinde yayınlanan makalesinde ise,
doğal seleksiyonun sınırlarını şöyle tarif etmiştir:
...Doğal
seleksiyon bölgesel bir adaptasyonun temel kaynağıdır, genel gelişmenin ya da
ilerlemenin değil."3
Evrimci
bilim yazarı Roger Lewin de doğal seleksiyonun yaratıcı bir güç olamayacağını
şöyle belirtmektedir:
Neo-Darwinizm'in
temel özelliklerinden olan doğal seleksiyonun dengeleyici bir etkisi olabilir,
fakat belirli bir yönde özelleşmeye ve gelişmeye bir katkısı olmaz. Birçok
kişinin öne sürdüğü gibi yaratıcı bir kuvvet değildir.4
Parasitology
dergisinde
evrimci biyologlar tarafından hazırlanan bir yazıda ise doğal seleksiyon için
şu açıklama yapılmaktadır:
Doğal seleksiyon yalnızca zaten var olan
biyolojik özellikler üzerinde vazifesini görebilir; adaptasyonel gereksinimleri
karşılayabilmek için özellikler (makro evrim) oluşturamaz"5
Evrimcilerin
asıl açıklama getirmeleri gereken konu, yukarıdaki alıntıda belirtilen 'zaten
var olan biyolojik özelliklerin' nasıl var olduğu sorusudur. Evrimcilerin
kendileri de, doğal seleksiyonun bu soruya cevap veremeyeceğini kabul
etmektedirler. Bu nedenle Neo-Darwinist teori ortaya atılmıştır. Neo-Darwinizm
ise, doğal seleksiyonun seçmesi beklenen 'biyolojik değişikliklerin'
mutasyonlarla sağlandığını ileri sürmektedir. Ancak ilerleyen sayfalarda
görüleceği gibi, mutasyonlar bir canlının evrimleşmesi için gereken faydalı
değişiklikleri sağlama yetenek ve özelliklerinden yoksundurlar.
Darwin'in Benzetme Metodundaki Yanılgısı
Darwin,
doğal seleksiyonun türlerin kökenini açıklayan mekanizma olduğu kanısına
deneyler veya gözlemler sonucunda değil, benzetme metodu ile varmıştır.
Darwin'in
zamanında hayvan yetiştiriciliğine büyük bir ilgi vardı. Her ne kadar Darwin'in
düşüncelerinin Galapagos ispinozlarının gagası ve Malthus'un çalışmaları ile
filizlendiği iddia edilse de, Darwin'in düşüncelerini asıl etkileyen hayvan
yetiştiriciliği olmuştu. Darwin, hayvan yetiştiriciliği (yapay seleksiyon) ile
doğal seleksiyon arasında benzerlik kurmuş ve 'eğer bitki ve hayvan
yetiştiricileri yapay seleksiyonu kullanarak hayvan ve bitkileri evcilleştirip
geliştirebiliyorlarsa, daha yünlü koyunlar, daha etli sığırlar, daha hızlı
koşan atlar yetiştirebiliyorlarsa, bunu doğa da yapabilir' sonucuna varmıştır.
Ancak
bu benzetme birkaç yönden yanıltıcıdır. Herşeyden önce hayvan ve bitki
yetiştiricileri akla en uygun olanı seçmek ve seçileni korumak için uzman
bilgisine sahiptirler. Darwin'in teorisi ise, amaçsız doğal süreçlerin akıllı
bir sürecin yerini tutacağını öne sürer. Gould, Darwin'in bu benzetme
yönteminin geçersizliği için şu yorumu yapmıştır:
Bethell,
Darwin'in en uygun olan yaşar tanımını kurarken, benzetmeye dayandığını
söylemekte oldukça haklı, ki bu tehlikeli ve güvenilmez bir stratejidir.6
En
uzman yetiştiriciler için bile, varyasyonun, yani bir türün içinde çeşitli
özellikler oluşturmanın bir sınırı vardır. Hayvan yetiştiriciliği sonucunda
hiçbir zaman yeni bir hayvan türü elde edilmemiştir. Bunun nedeni hayvan veya
bitki yetiştiricilerinin, yapay seleksiyonu en sonuna kadar devam ettirmemeleri
değil, canlıların genetik sınırlarının sonuna gelmiş olmalarıdır. Tanınmış
Fransız zoolog Pierre Paul Grassé, yapay seleksiyonun Darwinizm aleyhinde
tanıklık ettiğini şöyle açıklar:
Yapay (seçim kriterini karşılamayan tüm
bireyleri eleyen) seleksiyon tarafından oluşturulan yoğun baskıya rağmen, bütün
bu bin yıllık dönem boyunca, hiçbir yeni tür doğmamıştır. Kan serumu,
hemoglobinler, kan proteinleri, birbirinden üreyebilirlik vs. üzerinde
yapılacak karşılaştırmalı bir çalışma, soyların aynı belirli tanımı taşımaya
devam ettiğini ispatlayacaktır. Bu bir fikir ya da subjektif sınıflandırma
değil, ölçülebilir bir gerçektir. Gerçek şu ki, seleksiyon bir genomun üretme
kapasitesine sahip olduğu tüm türlere elle tutulur bir şekil verir ve tüm
türleri biraraya toparlar, ancak yenilikçi evrimsel bir süreç teşkil etmez. 7
Diğer
bir deyişle, köpeklerin aslanlara dönüşmemelerinin nedeni onları uzun süre
yetiştirmiyor olmamız değil, köpeklerin bu derece bir değişim için yeterli
genetik kapasiteleri olmamasıdır.
Doğal Seleksiyonun Kısır Döngü Mantığı:
'Hayatta Kalanlar Hayatta Kalır'
Türlerin
kökeninin açıklaması olarak kabul edilen doğal seleksiyon aslında bilimsel bir
teori değil, bir totoloji, yani kısır döngü bir mantıktır. Totoloji, bir bilgi
verme görüntüsünde olan, ancak gerçekte sadece kısır döngü içinde olan
ifadelerdir. Totolojiler, yeni bir bilgi vermezler, denenemezler ve bu
nedenlerden dolayı bilimsel değildirler. Totolojiye verilebilecek basit bir
örnek şu cümledir: 'Bütün şapkalar şapkadır'. Bu doğru bir cümledir, ancak bize
hiçbir bilgi veya açıklama vermez. Totoloji esprilerde veya şiirlerde
kullanılır, ancak kesinlikle bilimsel açıklamalarda kullanılmaz.
Bilim,
sonuçları sebepleri ile açıklar. Sonuçlar ve sebepler farklı olduğundan, nedensel
bir açıklamanın iki tarafı da aynı olamaz. Totolojide ise sebep ve sonuç
aynıdır. Bu nedenle ortada bir açıklama yoktur, sadece ilk bakışta bir açıklama
varmış görünümü olur. Örneğin doktor 'babanızın sağırlığının nedeni duyma
bozukluğu' dediğinde bu bir totolojidir. Doktor, babanızın neden sağır olduğu
ile ilgili bir açıklama getirmemektedir. Cümlede, sebep ve sonuç gibi görünen
iki bölüm bulunmaktadır, ancak her ikisi de tamamen aynı anlama gelmektedir ve
biri diğerini açıklamamaktadır.
Totolojiler, hiçbir açıklama getirmemelerinin yanında,
yanlışlanabilir olmamaları ve test edilememeleri nedeniyle de bilimsel kabul
edilmezler.
Doğal
seleksiyon da evrimciler tarafından totoloji olarak formüle edilmektedir. Doğal
seleksiyon, en uygun olanın hayatta kalmasıdır ve totoloji 'en uygun'
ifadesinde ortaya çıkmaktadır. Çünkü 'en uygun olanlar', hayatta kalan olarak
tanımlanmaktadır. 'Kim en uygun?' diye sorduğumuzda, aldığımız cevap 'hayatta
kalanlar' olmaktadır. 'Kim hayatta kalır?' sorusuna aldığımız cevap ise, 'en
uygun olanlar'dır. Bu durumda Doğal seleksiyon, 'hayatta kalanların hayatta
kalışıdır.' Bu kısır döngü içinde bir mantıktır.
Bazı
evrimciler, doğal seleksiyonun totolojiden ibaret olmadığını, bunun kendilerine
Yaratılışı savunanlar tarafından yöneltilen bir itham olduğunu öne sürerler.
Oysa, önde gelen evrimciler de, doğal seleksiyonun önermesinin bir totoloji
olduğunu kabul etmektedirler. Bu nedenle, önde gelen bazı evrimcilerin, doğal
seleksiyon tezinin bir totolojiden ibaret olduğu yönündeki açıklamalarına yer
vermeyi gerekli görüyoruz.
Örneğin
İngiliz genetikçi J.B.S. Haldane, doğal seleksiyonun bir totoloji olduğunu 'en
uygun olan hayatta kalır ifadesi bir totolojidir.'8 diyerek kabul etmiştir.
Kanada
McGill Üniversitesinden, ekoloji profesörü R. H. Peters, evrim teorilerinin
totolojiden ibaret olduğunu ve bilimsel teoriler olarak kabul
edilemeyeceklerini belirtmektedir:
Ekoloji söz
konusu olduğunda "evrim teorisinin" varsayımlarda bulunmayacağını,
bunun yerine yalnızca deneyciliği (teoriler) sınıflandırmak ve bu tip bir
sınıflandırmanın gerekli kılacağı ilişkileri göstermek için kullanılabilecek
bir mantık formülü olduğunu iddia ediyorum. Bu teoriler aslında totolojiden
ibarettir ve böylelikle deneycilik açısından test edilebilir varsayımlar yapamamaktadır.
Kesinlikle bilimsel teoriler değildirler.9
Johns
Hopkins Universitesi'nden Prof. Steven Stanley de, Macroevolution: Pattern
and Process adlı kitabında doğal seleksiyon için şöyle demektedir:
Doğal
seleksiyonu doğru bir teoriden çok bir totoloji olarak görenlere katılma
eğilimindeyim.10
Çağımızın
en büyük bilim felsefecilerinden biri olarak kabul edilen Karl Popper ise,
Fisher, Haldane, Simpson gibi evrimcilerden de örnekler vererek şöyle
demektedir:
En büyük çağdaş Darwinistlerden bazıları teoriyi
öyle formüle ediyorlarki, 'en çok soy bırakan organizmalar en çok yavru
bırakır' totolojisi ortaya çıkıyor.11
Bir
bakteri hücresinin nasıl olup da bir balığa, bir balığın nasıl olup da bir
kuşa, bir sürüngenin nasıl olup da bir insana dönüşebildiğini öğrenmek isteyen
bir insana, 'en çok yavru bırakan organizmaların en çok yavru bırakanlar
olduğunu' söyleyerek o insanın sorusunun cevaplanmayacağı açıktır. Doğal
seleksiyon türlerin evrimini açıklayamamaktadır. Evrimciler ise bunun farkında
olmalarına rağmen, mantık yürütmeler ve kelime oyunları ile, doğal seleksiyon
ile evrimi kulağa mantıklı gelen bir hipotez olarak göstermeye
çalışmaktadırlar.
Gould
gibi bazı evrimciler ise, doğal seleksiyonun savunuculuğunu yapmak konusunda
kararsızdırlar. Gould, 'Darwinist etiketi büyük bir gururla taşımama rağmen,
doğal seleksiyonun en ateşli savunucuları arasında değilim.'12 diyerek bu
isteksizliğini itiraf etmiştir.
Darwin
ise, doğal seleksiyon ile evrim tezini öne süren kişi olmasına rağmen, 'Doğal
seleksiyon teorisinin, kendim göremememe rağmen pek çok hata içerdiğini ileride
anlayacağım.' diyerek oldukça 'ileri görüşlü' bir tespitte bulunmuştur.13
Evrimci bilim adamlarının ise, kısır döngü
mantıkları içeriğini düşünmeden tekrarlayıp durmaları ve doğal seleksiyonu
evrimleştirici bir güç olarak görebilmeleri oldukça şaşırtıcı ve
düşündürücüdür. Pek çok insan, evrim teorisine, gerçekte neye inandığını
bilmeden inanmaktadır. Bilim felsefecisi Arthur Koestler bu gerçeği şöyle ifade
etmiştir:
Bu arada,
eğitimli insanlar –rastgele mutasyonların konuyla ilgisiz olduğunun ve doğal
seleksiyonun bir totoloji olduğunun ortaya çıktığı gerçeğinden büyük ölçüde
habersiz olarak- Darwin'in rastgele mutasyonlar ve doğal seleksiyon büyülü
formülüyle tüm gerekli cevapları sağladığına inanmaya devam etmektedir.14
Evrimcilerin Doğal Seleksiyonu Bilinçli
Bir Mekanizma Sanma Yanılgıları
Bilim
ve Yaratılışçılık kitapçığında,
'doğal seleksiyonun işlediği genetik çeşitliliğin rastgeleliğe dayandığı, ancak
doğal seleksiyonun en uygun olanı seçerek rastgele davranmadığı' öne
sürülmektedir. (Bilim ve Yaratılışçılık, s.10) Kitapçığı hazırlayan
evrimciler burada da yanıltıcı ifadeler kullanmaktadırlar. Bu açıklama ile
vermek istedikleri imaj, her ne kadar doğal seleksiyonun seçtiği mutasyonlar
rastlantısal olsa da, doğal seleksiyon bu rastlantısal değişikliklerden uyumlu
olanları seçtiği için, rastlantısal olaylar bu noktada son bulduğu, devreye
'bilinçli, amaca yönelik' bir mekanizmanın girdiğidir.
Oysa,
konuya biraz daha geniş açıdan bakan biri buradaki aldatmacayı görecektir:
Doğal seleksiyon sadece avantajlı bireyleri tercih ettiği için rastlantısal
olmayabilir; ama bu durum doğal seleksiyonun evrimcilerin göstermeye çalıştığı
gibi bilinçli ve amaca yönelik bir mekanizma olduğu anlamına gelmez.
Doğal
seleksiyon bilinçli, ileriye dönük planlar yapabilen, olabilecekleri önceden
görebilen bir mekanizma değildir. Bu da en açık olarak, indirgenemez kompleks
organlar incelendiğinde ortaya çıkar: Bu yapılar, ancak eksiksiz olduklarında
organizmaya bir fayda sağlarlar. Örneğin evrimcilerin hayal ettikleri sudan
karaya geçiş aşamasında, birkaç parçası oluşmuş bir ciğere sahip olan bir
balıktaki bu değişiklikleri doğal seleksiyon seçmeyecektir. Çünkü tam bir
akciğer özelliği göstermeyen bir yapı, o canlıya bir fayda sağlamaz. Doğal
seleksiyon da bu balığın yakında karaya çıkacağını ve bir ciğere ihtiyacı
olacağını, ciğerin ise bu tür ara aşamalardan geçip bazı özelliklerinin
birikmesini beklemesi gerektiğini hesaplayamayacağına göre, bu değişiklikleri
seçmeyecek ve o canlıyı eleyecektir.
Dünyaca
ünlü biyoloji tarihçisi William Coleman'ın işaret ettiği gibi:
Her bir
parçasının diğer parçaların tümüyle yakın ilişki içerisinde olduğu, işlevsel
anlamda tamamen bütünleşmiş bir organizma, derhal neslinin tükenmesi tehlikesi
altında olduğundan, türün ilk anatomik kurallarıyla oluşturulan normlardan
belirgin bir şekilde uzaklaşamaz.
Kalp atışında
keskin bir artış ya da böbreğin yarısının küçülmesi ve böylelikle böbreklere
ilişkin salgının azalması gibi temel bir değişiklik, başlı başına hayvanın
genel beden yapısında düzensizliğe neden olacaktır. Bu kadar önemli bir
değişiklikten sonra bir hayvanın yaşamını sürdürebilmesi için, vücudun diğer
organlarının da orantılı olarak değişmesi önem kazanacaktır. Diğer bir deyişle
bir organizma ya blok halinde bütün olarak değişmeli, ya da hiç değişmemelidir.
Yalnızca sıçramalı değişiklikler oluşabilirdi ve ancak bu görüş, tıpkı modern
zoologların tümü için olduğu gibi, Cuvier için de saçmaydı. Değişikliklerin
birikimiyle dönüşüm, büyük ya da küçük olsun, bu nedenle imkansızdır.15
Doğal
seleksiyonun bilinçsiz ve kör bir süreç olduğunu evrimciler de kabul
etmektedirler. Örneğin evrim teorisinin en gayretli savunucularından biri olan
Richard Dawkins, The Blind Watchmaker adlı kitabında, doğal seleksiyonu
şöyle tanımlamaktadır:
Darwin'in ortaya
çıkarttığı kör, bilinçsiz, otomatik süreç olan ve şimdi bizlerin yaşamın
amaçlarla dolu görünen tüm formlarının varlığının açıklaması olduğunu
bildiğimiz doğal seleksiyonun aklında hiçbir amaç yoktur. Onun aklı ve aklının
gözü yoktur. Gelecek için plan yapmaz. Hiçbir vizyonu, öngörüsü, ya da herhangi
bir şekilde görüşü yoktur. Eğer doğadaki saatçinin rolünü oynadığı
söylenebilirse, bu kör bir saatçidir.16
Bilinçsiz
ve kör bir mekanizmanın, canlılardaki kompleks bilgi ve tasarımı yaratmış
olması ise imkansızdır. Doğal seleksiyonu, tüm canlıların yaratıcısı bir ilah
gibi görmek isteyen evrimciler, putlara, totemlere tapan, yıldırım, gök
gürültüsü gibi doğa olaylarını ilah edinen putperestlerden farklı değildirler;
onlar yalnızca paganların 21. yüzyıl versiyonunu oluşturmaktadırlar.
UBA'NIN MUTASYONLAR HAKKINDAKİ YANILGILARI
Ulusal Bilimler Akademisi,
mutasyonların evrim için gerekli olan genetik çeşitliliği sağladığını ileri
sürmekte ve mutasyonlardan "Canlıyı, içinde bulunduğu ortamda varlığını
sürdürebilme beklentisini artıracak araçlarla donatabilir ya da
donatmayabilirler" diye söz etmektedir. (Bilim ve Yaratılışçılık,
s.10) Oysa, mutasyonların canlılara UBA yazarlarının iddia ettikleri gibi
faydalı özellikler kazandırmadığı, bu konuda yapılan bütün deney ve gözlemlerle
ortada olan bir gerçektir.
Mutasyon,
bir canlının DNA'sında, yani genetik bilgisinin saklı olduğu molekülde meydana
gelen rastgele değişikliklerdir. DNA, bilim adamları tarafından bilgi bankasına
veya büyük bir kütüphaneye benzetilir. Bir kütüphanedeki kitaplardan herhangi
birine rastgele ve bilinçsizce harfler eklendiğinde veya harflerin yeri
değiştiğinde nasıl o kitaptaki bazı kelimeler ve cümleler anlamını yitirecekse,
mutasyon da DNA'da bilgi azaltıcı bir etki yapar. DNA'daki kompleks bilgiye
rastgele ve bilinçsizce müdahale eden mutasyon, DNA'ya ve dolayısıyla
organizmaya zarar verir, veya en iyi ihtimalle organizma üzerinde etkisiz olur.
Ancak, hiçbir zaman mutasyonlar DNA'ya yeni bir bilgi eklemez, organizmayı
geliştirecek bir etki oluşturmazlar. Bunun gözlemlenmiş tek bir örneği yoktur.
Bunun
en yakın örneği, mutasyonların insanlar üzerindeki olumsuz etkileridir. Son
yıllarda, genetik mutasyonların neden olduğu binlerce hastalık bulunmuştur. Tıp
genetiği kitaplarında 4500 farklı genetik hastalık sayılmaktadır. Down
sendromu, orak hücre anemisi, cücelik, zeka gerilikleri, kistik fibroz, akıl
hastalıkları ve kanser türleri bu genetik mutasyonların neden olduğu
hastalıklardandır. Çernobil ve Hiroşima'da radyasyon nedeniyle insanların
birkaç nesil boyunca sakat veya hasta olarak doğmalarının nedeni de
mutasyonlardır.
Fransız
Bilimler Akademisi'nin eski başkanı ve 35 ciltlik Traite de Zoologie
kitabının yazarı Pierre Paul Grassé mutasyonları bir metinde yapılan imla
hatalarına benzetmiş ve mutasyonların evrim meydana getiremeyeceklerini şöyle
açıklamıştır:
(Mutasyonlar)
Mevcut olanı değiştirirler ancak bunu, hangi yöntemle olursa olsun düzensizlik
içinde yaparlar. Düzenli bir canlıda en küçük bir düzensizlik meydana gelir
gelmez, hastalık ve sonrasında ölüm gelecektir. Yaşam ve kargaşa arasında olası
bir uzlaşma yoktur.1
Grassé'nin
de belirttiği gibi, mutasyonlar son derece düzenli yapılara düzensizlik
getirirler. Mutasyonlar bir şehirde meydana gelen depreme veya bir saatin
duvara sertçe atılmasına benzetilebilir. Nasıl ki depremler şehri, duvara
atılmak da saati geliştirmez, hatta zarar verirse, mutasyonlar da canlılara
zarar verirler, onları geliştirmezler. Evrimciler bu gerçeği bildikleri halde,
mutasyonları evrim meydana getiren bir mekanizma olarak öne sürerler.
Evrimcilerin bu konudaki çelişkilerini daha iyi görebilmek için, bazı evrimci
bilim adamlarının mutasyonların canlılar için zararlı olduklarına dair
ifadelerine yer vermek yerinde olacaktır.
California
Üniversitesinden biyoloji ve felsefe profesörü Francisco J. Ayala:
X ışınları gibi
yüksek enerjili radyasyonlar mutasyon oranını artırırlar. Radyasyondan dolayı
meydana gelen mutasyonlar rastgele, bir anlamda onları taşıyan bireylerin
sağlığı üzerindeki etkilerden bağımsız olarak meydana çıkar... Bir
organizmadaki genom gibi tamamen organize bir sistemde rastgele bir değişiklik
sistemin düzenini veya kullanılırlığını artırmaz, aksine azaltır.2
Wisconsin
Üniversitesi, Tıp Genetiği Bölüm Başkanı, radyasyon ve mutasyon konusunda uzman
James F. Crow:
Mutasyonların
hemen hepsi zararlıdır ve bunun bedelini insanlar öder. Bu
nedenle mutasyon oranını yükseltecek olan her türlü insan aktivitesi insanlık
için ciddi sağlık ve ahlak sorunları oluşturuyor demektir.3
Hayatı oluşturan
kimyasal işlemlerin bütünlüğüne isabet edecek rastgele bir değişikliğin bozucu
etkisi olacağı kesindir. Aynen bir televizyondaki bağlantıların rastgele
değiştirilmesinin görüntünün kalitesini artırmaması gibi.4
Biyolog
Dr. Mahlon B. Hoagland:
Bugün canlı
organizmalarda birikmiş bilgi... bütün dünya şiirlerinin toplamından daha çok
işlenmiş, daha incedir. Bir harfte, bir kelimede, bir deyimde rastlantıya bağlı
bir değişimin parçayı daha iyi yapması uzak bir olasılık; böyle rastlantısal
bir çarpmanın zararlı olması daha akla yatkındır. Birçok biyolog, nükleer
silahların, nükleer reaktörlerin ve endüstride üretilen mutasyona neden
olabilecek türden kimyasal maddelerin artmasından, bu nedenle korkmaktadırlar.5
Hatırlayacaksınız,
bir organizmanın DNA'sında bir değişikliğin olması hemen her zaman onun için
zararlıdır; başka bir deyişle yaşamını sürdürebilme kapasitesinde azalmaya
yol açar. Bir benzetme yapalım; Shakespeare'in oyunlarına rastgele eklenen
cümlelerin onları daha iyi yapması pek olası değildir... Temelinde DNA
değişiklikleri ister mutasyonla, ister bizim dışarıdan bilerek eklediğimiz
yabancı genlerle olsun, yaşamı sürdürebilme şansını azaltma özelliklerinden
dolayı zararlıdır.6
Ünlü
matematikçi Dr. Warren Weaver :
Çoğu kimse,
bilinen tüm mutasyon örneklerinin zararlı olduğu sonucu karşısında
şaşıracaktır, çünkü mutasyonlar evrim sürecinin gerekli bir parçasıdır. Nasıl
olur da iyi bir etki -yani bir canlının daha gelişmiş canlı formlarına
evrimleşmesi- pratikte hepsi zararlı olan mutasyonların sonucu olabilir?7
Üstelik
mutasyona uğramış genlerin, karşılaşılan durumların büyük çoğunluğunda ve
şimdiye kadar üzerinde çalışılan türlerde zararlı etkilerine rastlanmıştır. En
uç durumlarda zararlı etkiden kastettiğimiz ölüm demektir. Diğer durumlarda ise
döl üretebilme olanağının azalması veya diğer bazı ciddi anormallikler anlamına
gelir.8
Weaver'ın
sorduğu soru çok önemlidir ve evrimciler tarafından cevaplanmayı beklemektedir:
Nasıl olur da iyi bir etki -yani bir canlının daha gelişmiş canlı formlarına
evrimleşmesi- pratikte hepsi zararlı olan mutasyonların sonucu olabilir?
New
York Bilimler Akademisi üyesi I. L. Cohen "mutasyonların doğal seleksiyon
ile birlikte 6.000.000 kompleks türün kökeni olduğunu ileri sürmek veya
kanıtlamaya çalışmak, mantıkla alay etmek, kanıtları inkar etmek ve
matematiksel olasılıkları reddetmektir."9 derken, canlı türlerinin
mutasyon ve doğal seleksiyonun bir eseri olduğuna inananların durumunu ortaya
koymaktadır.
Evrimcilerin
mutasyonla ilgili iddialarının inandırıcı olmamasının bir diğer nedeni ise,
faydalı mutasyonlar olmadığı gibi, doğada bu faydalı mutasyonları bilinçli bir
şekilde koruma altına alarak biriktirecek bir mekanizma da olmamasıdır. Örneğin
kör bir canlının göze ve görme sistemine sahip olabilmesi için birçok mutasyona
ihtiyacı olacaktır. Dolayısıyla, "faydalı" ve "göz, görme
sinirleri ve beyindeki görme merkezi için gerekli-isabetli" mutasyonların
sürekli olarak aynı canlının soyuna isabet etmesini beklemek, imkansıza
inanmaktır. Bunun için bu canlının soyunu takip eden, bu canlının dış dünyayı
görme ihtiyacı olacağını önceden görebilen, gözle ve görmeyle ilgili tüm
genetik bilgiye sahip, dolayısıyla hangi mutasyonlara gerek olduğunu bilen,
büyük bir özenle nesiller boyunca yararlı ve isabetli mutasyonları biriktiren
bir bilince ve güce ihtiyaç vardır. Doğada ise böyle bir bilinç ve akıl yoktur.
Birçok evrimci de bu imkansızlığa dikkat çekmiştir. Örneğin California Berkeley
Üniversitesinden Prof. Kevin Padian, doğada meydana gelen rastgele
mutasyonların canlı türlerini oluşturduğuna inanan biri olup olmadığını
sormaktadır:
Büyük evrimsel
değişiklikler nasıl başladı? Türlerin on binlerce yıl oturup faydalı
mutasyonların meydana gelmesini beklediğine (bu arada bu nasıl oluşmaktadır?)
ve büyük bir istekle bunları yeni ve yararlı bir tür değişimi oluşana kadar
biriktirip koruduklarına inanan biri var mı? İşte bu durum Waddington ve
diğerlerinin de belirttiği gibi Neo-Darwinizm'in "saçma ve mantık
dışı" matematik argümanlarıdır.10
Grassé
ise aynı konu hakkında şu yorumu yapmaktadır:
Mutasyonlar
zaman içinde tutarsız şekilde meydana gelirler. Birbirlerini tamamlayıcı
değildirler, ayrıca, birbirini izleyen jenerasyonlar içinde belli bir yöne
doğru birikmezler.11
Kaldı
ki, eğer evrimcilerin varsaydıkları -ama hiçbir zaman gösteremedikleri- oranda
"faydalı mutasyon" gerçekleştiğini kabul etsek bile, bu evrim
teorisini kurtarmamaktadır. 1996 yılında yayınlanan Not By Change isimli
kitabıyla bilim dünyasının gündemine gelen, MIT ve John Hopkins University gibi
dünyanın en itibarlı üniversitelerinde çalışmış İsrailli biyofizikçi Dr. Lee
Spetner'ın hesapları, bu konuda belirtilmesi gereken önemli bir gerçektir.
Spetner, Neo-Darwinizm'i sorguladığı söz konusu kitabında evrimci otoritelerin verdikleri (mutasyon frekansı ve tüm mutasyonlar
içinde "faydalı mutasyon" oranı gibi) rakamları kullanarak, bir türün
bir başkasına dönüşmesinin mümkün olup olmadığını çok detaylı bir biçimde hesaplamıştır.
Spetner'ın yaptığı bu hesabın sonucu ise çarpıcıdır: İmkansız! Eğer, gözlem ve
deneylerimizde yeri olmayan "faydalı mutasyonların" varlığını teorik
olarak kabul etsek bile, bunların belli bir canlı türünde art arda ve ayrı
doğrultuda birikmesi, başka mutasyonların getireceği dezavantajlar nedeniyle
elenmeden kalması ve bu süreç sonucunda yepyeni bir canlı türünün çıkması,
imkansızdır.
Spetner'in
bu hesabına tatmin edici bir cevap verebilen evrimci ise olmamıştır.
Evrimcilerin "Faydalı Mutasyon"
Aldatmacaları
Görüldüğü
gibi mutasyonlar canlılar için zararlıdır ve gözlemlenmiş faydalı mutasyon
örneği yoktur. Evrimcilerin "faydalı mutasyon" örneği olarak ileri
sürdükleri örnekler ise birer çarpıtmadan ibarettir. Bu örneklerin hiçbirinde
organizmanın evrimi için gerekli olan faydalar, yani genetik bilgi artışı
sağlanmamaktadır. Şimdi evrimcilerin verdikleri "faydalı mutasyon"
örneklerinin gerçekte neden faydalı olmadıklarını ve evrim sağlayamayacaklarını
inceleyelim.
Orak hücre anemisi:
Orak
hücre anemisi, kanda oksijen taşımaya yarayan hemoglobin molekülünün üretimi
için gereken koddaki kalıtımsal bir hatadan kaynaklanır. Bu hata sonucunda,
hemoglobin molekülünün yapısı bozulur ve oksijen taşıma yeteneği ciddi şekilde
zarar görür. Hemoglobin taşıyan alyuvar hücrelerinin de normal biçimleri olan
dairesel şekilleri bozulur ve orak şeklini alırlar. Orak hücre anemisi olan
kişilerin sıtmaya karşı bağışıklık kazanmasından dolayı evrimciler bu mutasyonu
faydalı mutasyon olarak tanımlarlar. Oysa, ortada komplekslikte bir artış veya
canlının fonksiyonlarında bir gelişme yoktur, aksine bir kusur vardır. Orak
hücre anemisi olan hastalar, gelişme bozukluğu, enfeksiyonlara karşı
dayanıksızlık, damar tıkanıklığından kaynaklanan kronik organ hasarları,
organlarda fonksiyon yetersizlikleri ve bozuklukları, halsizlik gibi
hastalıklara sahiptirler.
Tıp
kitaplarının kan hastalıkları bölümünde ele alınan bu mutasyon örneğinin
evrimciler tarafından "faydalı mutasyon" olarak değerlendirilmesi
şaşırtıcıdır. Bu hastalığa sahip kişilerin sıtmaya olan kısmi bağışıklıklarının
evrimin bu kişilere bir "armağanı" olduğunu, söz konusu mutasyonun bu
nedenle faydalı olduğunu söylemek akla uygun değildir. Bu görme özürlü bir
insana, yaygın bir göz nezlesine yakalanmadığı için avantajlı olduğunu
söylemekle aynı mantıksızlıkta bir iddiadır.
Bakterilerin antibiyotik direnci
kazanmaları:
Evrimcilerin
faydalı mutasyonlara gösterdikleri örneklerden bir diğeri de bakterilerin
antibiyotik direncidir. Bu örnek de diğerleri gibi bir aldatmacadan ibarettir.
Bakterilerin
antibiyotiklere karşı zamanla bağışıklık kazandıkları bilinmektedir. Bu
direncin işleyişi şudur: Antibiyotiğe maruz kalan bakterilerin büyük kısmı
ölmekte, ama bazıları bu antibiyotikten etkilenmemekte ve bunlar hızla çoğalarak
tüm popülasyonu oluşturur hale gelmektedirler. Böylece tüm popülasyon,
antibiyotiğe dirençli hale gelmektedir.
Evrimciler
ise, bakterilerin içinde bulundukları koşullara uyum sağlayarak
evrimleştiklerini öne sürmektedirler. Oysa gerçek böyle değildir. İsrailli
biyofizikçi Prof. Dr. Lee Spetner, bu konuda en detaylı çalışmalara sahip
kişilerden biridir. Prof. Spetner, bakteri bağışıklığının iki ayrı mekanizma
ile sağlandığını ve bu iki mekanizmanın da evrime hiçbir katkı sağlamadığını
anlatır. Prof. Spetner'ın sözünü ettiği iki mekanizma şöyledir;
1)
Bakterilerde zaten var olan direnç genlerinin aktarılması ve
2)
Mutasyon sonucunda genetik bilgi kaybına uğrayan bakterilerin antibiyotiğe
dirençli hale gelmesidir.
Birinci mekanizma evrime delil değildir:
Prof.
Spetner, 2001 tarihli bir makalesinde ilk mekanizmayı şöyle açıklamaktadır:
Bazı
mikroorganizmalar, antibiyotiklere direnç sağlayan genlere sahiptirler. Bu
bağışıklık, antibiyotik molekülünün formunu bozma veya onu hücreden dışarı atma
sayesinde gerçekleşir. Bu genlere sahip olan organizmalar bunu diğer
bakterilere transfer ederek onlara da bağışıklık kazandırabilirler. Bağışıklık
mekanizması belirli bir antibiyotiğe yönelik olsa da, pek çok patojenik
bakteri... farklı gen setleri edinmeyi ve çeşitli antibiyotiklere karşı
bağışıklık kazanmayı başarmıştır.12
Bu
ise evrimin delili değildir ve Prof. Spetner bunu şöyle açıklar:
Antibiyotik
bağışıklığının bu şekilde elde edilmesi... evrim için delil oluşturması
beklenen mutasyonlar için bir prototip (örnek) oluşturmaz. Teoriyi (evrimi)
sergileyen mutasyonlar, bakterinin genomuna bilgi ekleyen genetik değişiklikler
değildir; bu değişiklikler aynı zamanda tüm biokozma (biyolojik dünyaya) bilgi
eklemelidir. Genlerin yatay transferi, sadece, zaten bazı türlerde var olan
genetik bir bilgiyi dağıtmaktadır.13
Yani
ortada bir evrim yoktur, çünkü yeni bir genetik bilgi ortaya çıkmamakta, sadece
zaten daha önceden var olan bir genetik bilgi bakteriler arasında transfer
edilmektedir.
İkinci
mekanizma evrime delil değildir:
Bağışıklığın
ikinci türü, yani mutasyon sonucunda ortaya çıkan bağışıklık da bir evrim
örneği değildir. Prof. Spetner konuyu şöyle açıklar:
Bazen de bir
mikroorganizma, tek bir nükleotidin (DNA basamağının) rastlantısal olarak yer
değiştirmesi sonucunda bir antibiyotiğe karşı bağışıklık edinir... İlk kez
Waksman ve Albert Schatz tarafından 1944'de rapor edilen Streptomisin
(Streptomycin), bakterilerin bu yolla bağışıklık kazanabildiği bir
antibiyotiktir. Ama her ne kadar geçirdiği mutasyon, streptomisinin varlığı
durumunda mikro organizmaya yararlı olsa da, yine de bu, Neo-Darwinist teori
tarafından ihtiyacı duyulan mutasyon türü için bir örnek oluşturmaz.
Streptomisine bağışıklık sağlayan mutasyonun etkisi ribozomda ortaya çıkar ve
bu mutasyon, antibiyotik molekülü ile ribozom arasındaki moleküler eşleşmeyi
bozar.14
Spetner,
bu olayı Not By Chance isimli kitabında kilit-anahtar ilişkisinin
bozulmasına benzetmektedir. Streptomisin, bir kilide birebir uyan bir anahtar
gibi, bakterilerin ribozomuna yapışır ve bu rizobomu etkisiz hale getirir.
Mutasyon ise ribozomun şeklini bozmakta ve bu durumda streptomisin ribozoma
yapışamamaktadır. Bu, "bakteri streptomisine karşı bağışıklık
kazandı" gibi yorumlansa da, aslında bakteri için bir kazanç değil
kayıptır. Spetner üstteki satırlarına şöyle devam eder:
Ortaya
çıkmaktadır ki, (ribozomun yapısındaki) bu bozulma, bir spesifiklik (belirli
bir işe göre özelleşme) azalması, yani bir enformasyon (bilgi) kaybıdır. Asıl
nokta şudur ki, (evrim) bu gibi mutasyonlar ile sağlanamaz, bu mutasyonlar ne
kadar çok olursa olsun. Evrimin, spesifikliği azaltan mutasyonlarla inşa
edilmesi mümkün değildir.15
Konunun
özeti şudur: Bakterinin ribozomuna isabet eden bir mutasyon, bu bakteriyi
streptomisine karşı dirençli hale getirebilmektedir. Ama bunun nedeni,
mutasyonun ribozomu "bozması"dır. Yani bakteriye bir genetik bilgi
eklenmemektedir. Aksine ribozomunun yapısı bozulmaktadır, gerçekte bir anlamda
bakteri "sakat" hale gelmektedir. (Nitekim bu mutasyonu geçiren bakterilerin
ribozomunun normal bakterilere göre daha verimsiz olduğu belirlenmiştir.) Bu
"sakatlık", ribozoma yapışacak şekilde bir tasarıma sahip olan
antibiyotiği engellediği için, ortaya "antibiyotik bağışıklığı"
çıkmaktadır.
Sonuçta
ortada "genetik bilgiyi geliştiren" bir mutasyon örneği yoktur ve
bakterilerdeki bağışıklık mekanizmaları evrim teorisine delil oluşturmaz. Prof.
Spetner evrim teorisinin ihtiyacı olan mutasyonların hiçbir zaman
gözlemlenmediğini şöyle açıklar:
Makroevrimin
ihtiyaç duyduğu mutasyonlar hiçbir zaman gözlemlenmemiştir. Neo-Darwinist teori
tarafından ihtiyaç duyulan rastlantısal mutasyonları temsil edebilecek,
moleküler düzeyde incelenmiş hiçbir mutasyonun genetik bilgi eklediği
görülmemiştir. Araştırdığım soru "gözlemlenmiş mutasyonlar, teorinin
destek bulmak için ihtiyaç duyduğu mutasyonlar mıdır" sorusudur. Cevap
"HAYIR" çıkmaktadır.16
Meyve sinekleri üzerinde yapılan
deneyler:
Bir
mutasyon bir organizmanın morfolojisini yani şeklini değiştirmediği sürece
evrim için ham madde oluşturamaz. Morfolojik mutasyonların yoğun olarak
incelendiği canlılardan biri meyve sinekleridir (Drosophila melanogaster).
Drosophila'ya uygulanan birçok mutasyondan birinde, gerçekte iki kanatlı
olan meyve sineği ikinci bir çift kanada sahip olmuştur. 1978 yılından bu yana
bu 4 kanatlı meyve sineği ders kitaplarında ve diğer evrimci yayınlarda oldukça
popüler olmuştur.
Ancak
evrimci yayınların hemen hiç belirtmedikleri bir nokta, ekstra kanatların uçuş
kaslarından yoksun olmalarıdır. Dolayısıyla bu meyve sinekleri sakattırlar,
çünkü kanatlar uçmalarını ciddi şekilde engellemektedir. Bu nedenle çiftleşmek
için de güçlük çekmektedirler. Doğaya bırakıldıklarında ise
yaşayamamaktadırlar. Amerikalı biyolog Jonathan Wells, Icons of Evolution
adlı önemli kitabında, diğer bazı klasik Darwinist propaganda malzemeleri ile
birlikte 4 kanatlı meyve sineklerini de inceler ve bu örneğin gerçekte evrim
teorisi için hiç bir kanıt oluşturmadığını detaylarıyla açıklar.
Gerçekte
20. yüzyıl boyunca meyve sinekleri evrim için bir kanıt değildirler ve bunu
evrimciler de kabul ederler. Gordon Taylor şöyle demiştir:
Bu çok çarpıcı
ama bu kadar da gözden kaçırılan bir gerçektir: Altmış yıldır dünyanın dört bir
yanındaki genetikçiler evrimi kanıtlamak için meyve sinekleri yetiştiriyorlar.
Ama hala bir türün, hatta tek bir enzimin bile ortaya çıkışını gözlemlemiş
değiller.17
Prof.
Michael Pitman ise Adam and Evolution adlı kitabında, şu yorumu
yapmıştır:
Sayısız
genetikçi meyve sineklerini nesiller boyunca sayısız mutasyonlara maruz
bıraktılar. Peki sonuçta insan yapımı bir evrim mi ortaya çıktı? Maalesef
hayır. Genetikçilerin yarattıkları canavarlardan sadece pek azı beslendikleri
şişelerin dışında yaşamlarını sürdürebildiler. Pratikte mutasyona uğratılmış
olan tüm sinekler ya öldüler, ya sakat kaldılar ya da kısır oldular.18
Sonuç
olarak, ne meyve sinekleri, ne bakterilerin antibiyotik direnci ne de orak
hücre anemisi, evrimcilere bir delil oluşturmamaktadır. Dolayısıyla
evrimcilerin mutasyonların evrimin sebebi olduğu iddiası bilimsel olarak hiçbir
delile dayanmamaktadır.
UBA'NIN TÜRLEŞME KONUSUNDAKİ YANILGILARI
Bilim ve Yaratılışçılık kitabında,
evrimcilerin klasik yanılgılarından biri olan türleşme konusu da yer almaktadır
(Bilim ve Yaratılışçılık, s. 10). Bilim ve Yaratılışçılık
kitabına göre, "bilim insanları yeni türlerin oluşum sürecini
anlayabilmişlerdir". Buna göre, coğrafi izolasyona maruz kalan, yani
birbirinden coğrafi sınırlarla ayrılan canlılar mutasyon, doğal seçilim ve
diğer süreçlerin sonucunda genetik olarak diğer ayrıldıkları gruptan
farklılaşmakta ve bunun sonucunda yeni türler ortaya çıkmaktadır. Oysa, burada
sözü edilen süreç, yeni türlerin ortaya çıkması değil, varyasyon yani bir tür
içinde farklı çeşitlerin meydana gelmesidir. Evrimcilerin bu konudaki
kullandıkları yanıltma, gerçekte tartışmalı bir kavram olan "tür"ü,
kendi teorilerinin gerektirdiği şekilde kullanmalarıdır.
Biyolojinin
farklı alanlarından çeşitli uzmanların öne sürdükleri pek çok tür tanımı
vardır. Biyolog John Endler, bu farklı tanımların yol açtığı karışıklık için şu
yorumu yapar:
Türler, organik
çeşitliliği tanımlamak için oluşturulmuş araçlardır. Değişik amaçlar için
yapılmış çeşitli ekskiler olduğu gibi, farklı amaçlara en uygun farklı tür
kavramları vardır... Değişik organizma grupları üzerinde çalışan farklı
insanların 'tür' ile farklı şeyleri ifade etmek istemeleri yüzünden sık sık
karışıklık ve anlaşmazlık meydana gelmektedir.1
Darwinizm'in
Türkiye'deki önde gelen sözcülerinden Ali Demirsoy da, söz konusu gerçek hakkında
şunları dile getirir:
Hayvanların ve
bitkilerin sınıflandırılmasında temel birim olarak alınan türün, diğer türlerle
ayrılımı hangi sınırlarda olmalıdır sorusu, yani 'Tür Tanımı', biyolojinin en
zor yanıtlanabilen sorularından biridir. Hayvan ve bitki gruplarının tümü için
geçerli olabilecek bir tür tanımı vermek, bugünkü bilgilerimizle olanaksız
görülmektedir.2
'Tür'
dendiğinde insanların aklına çoğu zaman köpek, at, örümcek, yunus, elma gibi
'canlı tipleri' gelir. Evrim teorisinin 'türlerin kökeni' iddiası ise,
insanlara bu canlı tiplerinin kökenini çağrıştırır. Oysa biyologlar tür
kavramını biraz daha farklı tanımlarlar. Çağdaş biyolojiye göre en genel
anlamıyla bir canlı türü, kendi içinde çiftleşen ve çoğalabilen bireylerden
oluşan bir popülasyondur. Bu tanım, günlük hayatta sanki tek bir tür gibi söz
ettiğimiz canlı tiplerini çok daha fazla türlere ayırır. Örneğin örümceklerin
yaklaşık 34 bin türü tanımlanmıştır.3
Evrimin
türleşme aldatmacasını anlamak içinse, önce 'coğrafi izolasyon'u belirtmek
gerekir: Her canlı türü içinde, genetik varyasyondan kaynaklanan farklılıklar
vardır. Eğer bu türe ait canlıların arasına dağ, nehir, deniz gibi coğrafi bir
engel girerse, yani birbirlerinden 'izole' olurlarsa, o zaman birbirinden
kopmuş olan bu iki grubun içinde büyük olasılıkla farklı varyasyonlar ağır
basmaya başlar.4 Örneğin, bir grupta, daha koyu renkli ve uzun tüylü olan A
varyasyonu ağırlık kazanır, diğerinde ise daha kısa tüylü ve açık renkli olan B
varyasyonu baskın çıkar. Bu popülasyonlar ne kadar ayrı kalırlarsa, A ve B
karakterleri de o kadar keskinleşir. Aynı türe ait olmalarına rağmen,
aralarında belirgin morfolojik farklar bulunan bu gibi varyasyonlara 'alt tür'
adı verilir.
Türleşme
iddiası buradan sonra devreye girer. Bazen, coğrafi izolasyon yoluyla
birbirlerinden kopmuş olan A ve B varyasyonları, bir şekilde yeniden biraraya
getirildiklerinde, birbirleri ile çiftleşmezler. Çiftleşmedikleri için de,
modern biyolojinin 'tür' tanımlamasına göre, 'alt tür' olmaktan çıkıp, 'ayrı
türler' haline gelmiş olurlar. Buna 'türleşme' (speciation) adı verilir.
Evrimciler
ise, bu kavramı alıp hemen şu çıkarımı yaparlar: 'Doğada türleşme var, yani
yeni canlı türleri doğal mekanizmalarla oluşuyor, demek ki tüm türler bu
şekilde oluşmuş'. Oysa bu çıkarımda çok büyük bir aldatmaca gizlidir.
Bu
aldatmacanın iki önemli noktası şöyledir:
1)
Birbirlerinden izole olan A ve B varyasyonları, biraraya geldiklerinde
çiftleşmiyor olabilirler. Ama bu olgu çoğu zaman 'çiftleşme davranışı'ndan
kaynaklanır. Yani A ve B varyasyonuna ait bireyler, diğer varyasyon kendilerine
yabancı göründüğü için, onu 'kendilerine yakın bulmadıkları' için
çiftleşmezler. Ancak çiftleşmelerini engelleyecek bir genetik uyumsuzluk
yoktur. Dolayısıyla aslında genetik bilgi açısından hala aynı türe aittirler.
(Nitekim bu nedenle 'tür' kavramı biyolojide tartışma konusu olmaya devam
etmektedir.)
2)Asıl
önemli nokta ise, söz konusu 'türleşme'nin, bir genetik bilgi artışı değil,
aksine genetik bilgi kaybı anlamına gelmesidir. Ayrışmanın nedeni, varyasyonlardan
birinin veya her ikisinin yeni bir genetik bilgi edinmiş olmaları değildir.
Böyle bir genetik bilgi eklenmesi yoktur. Örneğin iki varyasyondan herhangi
biri yeni bir proteine, yeni bir enzime, yeni organa kavuşmuş değildir. Ortada
bir 'gelişme' yoktur. Aksine, daha önceden farklı genetik bilgileri aynı anda
barındıran popülasyon (örneğimize göre, hem uzun hem de kısa tüy özelliğini,
hem koyu hem de açık renk özelliğini barındıran popülasyon) yerine, şimdi
genetik bilgi yönünden daha fakirleşmiş iki ayrı popülasyon vardır.
Dolayısıyla
'türleşme'nin evrim teorisini destekler hiçbir yönü yoktur. Çünkü evrim
teorisi, canlı türlerinin hepsinin basitten komplekse doğru rastlantılar
yoluyla türediği iddiasındadır. Dolayısıyla bu teorinin dikkate alınabilmesi
için, ortaya 'genetik bilgiyi artırıcı mekanizmalar' koyabilmesi gerekir. Gözü,
kulağı, kalbi, akciğeri, kanatları, ayakları veya diğer organ ve sistemleri
olmayan canlıların, nasıl bunları kazandıklarını, bu organ ve sistemleri
tanımlayan genetik bilginin nereden geldiğini açıklayabilmesi gerekir. Zaten
var olan bir canlı türünün genetik bilgi kaybına uğrayarak ikiye bölünmesi,
kuşkusuz bununla hiçbir ilgisi olmayan bir olgudur.
Bu
ilgisizlik aslında evrimciler tarafından da kabul edilir. Bu nedenle
evrimciler, bir türün kendi içindeki varyasyonlarını ve 'ikiye bölünerek
türleşme' örneklerini 'mikro evrim' olarak tanımlarlar. Mikro evrim, zaten var
olan bir türün içindeki çeşitlenmeler anlamında kullanılmaktadır. Ancak bu
tanımda 'evrim' ifadesinin geçirilmesi bütünüyle maksatlı olarak yapılmış bir
aldatmacadır. Çünkü mikro bile olsa ortada evrim gibi bir süreç yoktur. Durum,
o türün gen havuzunda var olan genetik bilginin farklı bireylerdeki
dağılımından, değişik kombinasyonlarından ibarettir.
Cevaplanması
istenen sorular ise şunlardır: Canlı kategorileri ilk başta nasıl oluşmuştur?
Monera, protista, mantarlar, bitkiler ve hayvanlar alemi yeryüzünde nasıl
ortaya çıkmıştır? Türlerin daha üst kategorileri olan filumlar, sınıflar,
takımlar, aileler (örneğin memeliler, kuşlar, eklem bacaklılar, yumuşakçalar
gibi temel kategoriler) ilk başta nasıl meydana gelmiştir? Evrimcilerin asıl
açıklamaları gereken konular işte bunlardır.
Evrimciler
bu gibi temel kategorilerin kökeniyle ilgili teorilerine 'makro evrim' derler.
Aslında evrim teorisi derken kastedilen ve tartışılan kavram da makro evrimdir.
Çünkü mikro evrim denen genetik çeşitlenmeler, gözlemlenen ve herkes tarafından
kabul edilen biyolojik bir olgudur ve yukarıda da belirttiğimiz gibi bu olgunun
-evrimciler her ne kadar tanımın içine 'evrim' ifadesini yerleştirmişlerse de-
evrimle hiçbir ilgisi yoktur. Makro evrim iddiasının ise ne gözlemsel biyoloji
ne de fosil kayıtları açısından hiçbir kanıtı bulunmamaktadır.
İşte
burada çok önemli bir 'püf nokta' vardır. Konu hakkında yeterli bilgisi
olmayanlar, 'mikro evrim kısa bir zaman dilimi içinde gerçekleştiğine göre, on
milyonlarca yıl içinde de makro evrim gerçekleşir' gibi bir yanılgıya
kapılırlar. Bazı evrimciler de aynı yanılgıya düşer veya bu yanılgıyı
kullanarak insanları evrim teorisine inandırmaya çalışırlar. Charles Darwin'in Türlerin
Kökeni'nde öne sürdüğü tüm sözde 'evrim delilleri' bu şekildedir. Ondan
sonra gelen evrimcilerin öne sürdükleri örnekler de bu doğrultudadır. Tüm bu
örneklerde evrimcilerin 'mikro evrim' diye tanımladıkları genetik
çeşitlenmenin, yine 'makro evrim' diye tanımladıkları teorinin delili olarak
kullanılması söz konusudur.
Bu
yanılgının mantığını anlatmak için bir örnek verelim. Eğer birisi size şöyle
bir mantık kursa, ne düşünürsünüz: "Bir tabancadan havaya doğru sıkılan
kurşun, saatte 400 kilometre hızla ilerler. Dolayısıyla kısa süre sonra
atmosferden çıkıp Ay'a varacak, ilerleyen haftalarda ise Mars gezegeninin
yüzeyine ulaşacaktır."
Eğer
birisi size böyle bir iddiada bulunursa, bunun çok basit bir aldatmaca olduğunu
anlarsınız. İddiayı öne süren kişi, sadece çok dar bir gözlemi (kurşunun
tabancadan çıkış hızını) dile getirmekte, buna karşılık kurşunun ilerlemesini
sınırlandıran yerçekimi ve havanın sürtünmesi gibi iki temel gerçeği kasten
gizlemektedir. İşte evrimciler de tüm 'mikro evrimden makro evrime delil
çıkarma' girişimlerinde aynı yöntemi kullanırlar.
Tüm
bu mikro evrim-makro evrim tartışmasının ve evrimci 'türleşme' hikayelerinin
özet sonucu ise şudur: Canlılar, yeryüzünde birbirinden farklı yapılara sahip
'tipler' olarak ortaya çıkmışlardır. (Fosil kayıtları bunu kanıtlamaktadır.) Bu
tiplerin içinde, genetik havuzlarının zenginliği sayesinde farklı varyasyonlar
ve alt türler oluşabilmektedir. Örneğin 'tavşan' tipinin kendi içinde, beyaz
tüylü, gri tüylü, uzun kulaklı, daha kısa kulaklı gibi çeşitlenmeleri olmakta
ve bu farklı çeşitlenmeler, kendilerine hangi doğal şartlar uygunsa dünyaya o
şekilde yayılmaktadırlar. Ama tipler hiçbir zaman birbirlerine dönüşmemektedir.
Bunu yapabilecek, yeni tipler tasarlayabilecek, bunlar için yeni organlar,
sistemler, vücut planları oluşturacak bir doğal mekanizma yoktur. Her tip,
kendi özgün yapısıyla yaratılmıştır ve Allah tümünü zengin bir varyasyon
potansiyeli ile var ettiği için, her tip kendi içinde zengin ama sınırlı bir
çeşitlenme ortaya çıkarmaktadır.
Evrimcilerin Türleşme
Hakkındaki İtirafları
Konu
hakkında sadece yüzeysel bir bilgiye sahip olan 'amatör' evrimciler ve Ulusal
Bilimler Akademisi ve TÜBA gibi gözü kapalı evrimciler hariç, Darwinistlerin
hemen hemen tamamı kendileri açısından asıl sorunun ne olduğunun çok iyi
farkındadırlar: Yeryüzündeki canlı tiplerinin, türlerin ve tür zenginliğinin
kökenini açıklamak. Neo-Darwinizm'in mimarlarından Theodosius Dobzhansky'nin Genetik
ve Türlerin Kökeni adlı kitabının önsözünde yazdığı gibi, evrim açısından
başlıca sorun, hayatın çeşitliliğini açıklamaktır.5
Charles
Darwin ve takipçilerinin asıl aydınlatması gereken konu işte budur. Darwin Türlerin
Kökeni adlı kitabında, konuya ilişkin tek bir somut delil sunamamış, sadece
spekülasyon yapmıştır. Charles Darwin, oğlu Francis Darwin tarafından
yayımlanan Charles Darwin'in Hayatı ve Mektupları adlı kitapta yer alan
bir mektubunda, bu gerçeği şöyle itiraf etmiştir:
Bir türün diğerine
değişimine ilişkin hiçbir kayıt yoktur... Tek bir türün değiştiğini
kanıtlayamayız. 6
Darwin
zaman içinde ve bilimsel araştırmaların ilerlemesiyle, söz konusu sorunun
yanıtlarının bulunacağını, tür oluşumunun delillendirileceğini umuyordu. Ama
aksine, bilimsel bulgular Darwin'i yalanladı. Aradan geçen yaklaşık 150 yılda
evrimcilerin tüm çabalarına rağmen, evrimsel mekanizmalarla türleşme, delil ve
dayanaktan yoksun bir iddia olarak kaldı.
Burada
bazı evrimcilerin konuya ilişkin itiraflarına yer verilecektir.
Cornell
Üniversitesi Profesörü Richard Harrison, 2001 yılında Nature dergisinde
yayınlanan bir makalesinde, bu konudaki yüzyıllık evrimci geçmişi şöyle
özetler:
Doğal
topluluklar çok büyük bir tür çeşitliliğini barındırır... Peki ya çeşitliliğin kökeni?
Türleşme işlemi evrimsel biyolojinin merkezi olmasına rağmen, yeni türlerin
nasıl ortaya çıktığına ilişkin çok az şey yazıldı. 7
Aslında
bu konuda 'çok az şey yazılması' şaşırtıcı değildir. Zira bilimsel bulgular,
bir türden başka bir türe dönüşümün mümkün olmadığını, değişimin sadece tür
içinde ve belirli sınırlar dahilinde gerçekleştiğini ortaya koymuştur. Bugüne
kadar evrimsel mekanizmalarla elde edilmiş hiçbir gözlenebilir türleşme örneği
yoktur.
Pittsburgh
Üniversitesi Antropoloji Profesörü Jeffrey Schwartz, 2000 yılında yayınlanan Ani
Başlangıçlar: Fosiller, Genler ve Türlerin Ortaya Çıkışı isimli kitabında,
bu gerçeği şöyle vurgular:
Bununla
birlikte, durum hala şöyledir: Dobzhansky'nin yeni bir meyve sineği türüne dair
iddiası (ki bu da bir varyasyon örneğidir) hariç tutulursa, herhangi bir
mekanizma ile yeni bir türün oluşumu hiçbir zaman gözlemlenmemiştir. 8
Bu
gerçekler karşısında, bazı evrimciler: 'Evrim yoluyla türleşmeyi
gözlemleyemiyoruz, çünkü evrimsel mekanizmalar ancak çok uzun zaman içinde
etkili olur. Bu yüzden türleşme, doğada veya laboratuvarda gözlemlenemez' gibi
bir açıklama öne sürerler. Ancak bu da hiçbir bilimsel temeli olmayan bir
avuntudan başka bir şey değildir. Çünkü meyve sinekleri ya da bakteriler gibi
yaşam süreleri çok kısa olan ve dolayısıyla tek bir bilim adamının bile
binlerce neslini gözlemleyebildiği canlılarda da hiçbir türleşme vakası
görülmemiştir. Bugüne kadar çeşitli mikroorganizma ve hayvan türleri üzerinde
yapılan sayısız deney ve araştırma, evrimcilerin hayallerini yerle bir
etmiştir. Bir evrimci olan, Wired dergisi editörü ve All Species Vakfı
Başkanı Kevin Kelly bunu şöyle anlatır:
Yoğun bir
gözleme rağmen, kayıtlı tarihte, doğada hiçbir yeni türün ortaya çıktığına
tanık olmadık. Ayrıca, işin en ilginci, hayvan yetiştiriciliğinde hiçbir yeni
hayvan türünün ortaya çıktığını da görmedik. Türleşmeyi sağlamak için sinek
popülasyonlarına küçük ve büyük baskıların kasten uygulandığı meyve sineği
araştırmalarında, yüz milyonlarca nesilde hiçbir yeni meyve sineği türünün
oluşmaması da buna dahildir... Doğada, yetiştiricilikte ve yapay hayatta,
varyasyonun ortaya çıkışını görürüz. Ancak büyük değişimin yokluğu ile
birlikte, varyasyon limitlerinin dar bir alanda ve çoğu kez türün kendi içinde
sınırlanmış olarak göründüğünü de açıkça fark ederiz.9
Türleşmeyi
kanıtlamak için, yaklaşık yetmiş yıldır meyve sinekleri yetiştirilmiş, bunlar
sürekli olarak mutasyona uğratılmış; ancak hiçbir evrimsel değişim yaşanmamış,
hiçbir türleşme vakasına rastlanmamış, meyve sineği yine meyve sineği olarak
kalmıştır.10 Aynı şekilde, Escherichia coli bakterisi üzerinde yıllardır
yapılan deney ve araştırmalarda, başka bir bakteri türü veya çok hücreli bir
canlı türü ortaya çıkmamış; Escherichia coli yine Escherichia coli
olarak kalmıştır.11
Kaldı
ki evrimcilerin sıkıntısı bu gibi gözlem ve deneylerle de sınırlı değildir:
Fosil kayıtları da türleşme kavramını kesinlikle reddetmektedir. Fosil
kayıtlarında, Darwinizm'e göre yaşamış olması gereken sayısız 'ara tür'e ait
hiçbir belirti yoktur. Bu fosillerin ileride bulunabileceğini düşünen Darwin'in
görüşünün yanlış olduğu kesinlikle anlaşılmıştır. Evrimciler günümüzde
'türleşme fosil kayıtlarında görülemeyecek kadar hızlıdır' şeklinde bir bahane
ileri sürmekte; daha doğrusu böyle bir avuntunun arkasına saklanmaktadırlar.
İngiliz
biyologlar Paul Pearson ve Katherine Harcourt-Brown, türleşmenin fosil
kayıtlarında görülmediğini üstü kapalı olarak şöyle ifade ederler:
Türleşmeyi,
biyolojik anlamda, fosil kayıtlarında teşhis etmek oldukça güçtür... Fosil
kayıtları türleşme işlemlerine dair anlayışımıza az miktarda katkıda
bulunmaktadır. 12
Kısacası,
türlerin kökeni, tür oluşumu ve hayatın çeşitliliği gibi konular, evrim
teorisinin iddia ettiği gibi doğal süreçler ve rastlantısal etkilerle açıklanamaz.
Dahası, bilimsel bulgular Darwinizm'in bilim dışı ve gerçek dışı bir teori
olduğunu kanıtlamaktadır. Günümüzde pek çok bilim adamı bunun bilincindedir.
Ancak bilim dünyasından dışlanmak korkusuyla, az sayıda biyolog görüşlerini
açıkça dile getirmektedir. Bunlardan biri Massachusetts Üniversitesinden
tanınmış bir profesör olan Lynn Margulis'tir. Margulis Darwinizm'in konuya
ilişkin iddialarının 'tamamen yanlış' olduğunu belirtmektedir. Margulis'in bu
konudaki görüşlerine Kevin Kelly'nin Out of Control: The New Biology of
Machines (Kontrol Dışı: Makinaların Yeni Biyolojisi) isimli kitabında şöyle
yer verilmiştir:
Açık sözlü
biyolog Lynn Margulis, son hedefi olan Darwinist evrim dogması hakkında şunları
söyledi: 'Tamamen yanlış. Pasteur'den önce bulaşıcı hastalık tedavisinin yanlış
olduğu gibi yanlış. Frenolojinin (bir kişinin karakter ve zekasının kafatası
yapısından anlaşılacağına dair geçersizliği kanıtlanmış bir teori) yanlış
olduğu gibi yanlış. Her temel ilkesi yanlış.' Margulis yeni türlerin, aşamalı,
bağımsız ve tesadüfi varyasyonların kesintisiz sıralanmasının sonucunda
oluştuğuna inanan asırlık Darwinizm teorisinin çağdaş kurgusunun hatalarını
ortaya koymaktadır. Margulis, Darwinist teori cephesine meydan okurken yalnız
değil, ancak bu kadar açık konuşan az sayıda kişi var. 13
Minnesota
Üniversitesi Ekoloji, Evrim ve Davranış Bölümü Profesörü David Tilman'ın, 11
Mayıs 2000 tarihli Nature dergisinde yayınlanan şu sözü konuyu çok iyi
özetlemektedir: 'Dünyadaki muazzam tür çeşitliliğinin varlığı bir sır olarak
kalmaktadır.'14
Darwin'in İspinozları Aldatmacası
Bilim
ve Yaratılışçılık
kitabında, 'türleşmenin özellikle güçlü bir örneği, Galapagos adalarında Darwin
tarafından incelenmiş olan 13 ispinoz türünü kapsar' denmektedir (Bilim ve
Yaratılışçılık, s. 10). Oysa Darwin'in ispinozları türleşmenin değil,
çeşitlenmenin (varyasyonun) örneğidir.
Darwin,
Beagle adlı gemi ile yaptığı gezisinde, Galapagos Adalarındaki farklı ispinoz
türlerini incelemiş, bu ispinozlar arasındaki gaga büyüklüğü ve beslenme alışkanlıkları
farklılıklarını, evrime dayandırmıştır. Galapagos Adalarında 13 ispinoz kuşu
türü, Galapagos'un yaklaşık 600 kilometre kuzeydoğusundaki Cocos Adası'nda da 1
ispinoz türü yaşamaktadır. Bu kuşlar her ne kadar 14 ayrı tür olarak
sınıflandırılsalar da birbirlerine çok benzerler; benzer vücut şekline,
renklere ve alışkanlıklara sahiptirler. Bilim ve Yaratılışçılık kitabında,
bu kuşların Güney Amerika'dan gelen bir türden evrimleştiği öne sürülmektedir.
Darwin'den bu yana evrimciler, bu kuşları doğal seleksiyon yoluyla
evrimleşmenin bir örneği olarak tanıtır ve evrimin en bilinen delili gibi
sunarlar. Bu bölümde, ispinoz kuşlarının farklı türlerinin evrime hiçbir delil
oluşturmadığı, evrimcilerin bulguları yanlış yorumlayarak bu kuşları evrimin delili
gibi göstermeye çalıştıkları açıklanacaktır.
Neden İspinoz Kuşları?
Darwin
Türlerin Kökeni adlı kitabında, doğal seleksiyon yoluyla yeni türlerin
ortaya çıkışının çok ağır işleyen bir süreç olduğunu; dolayısıyla bunun
gözlemlenemeyeceğini ancak çıkarım yapılarak anlaşılabileceğini yazmıştı. Bu
durum ise gelişen bilim standartlarınca kabul edilebilir bir şey değildi.
Neo-Darwinistler evrim teorisinin bilimsel olduğu iddialarını sürdürebilmek
için yeni 'delil' arayışları içine girdiler. İşte bu noktada Galapagos
ispinozları hikayesi onlara kurtarıcı gibi göründü.
Böylece
bu kuşlar kapsamlı araştırmaların odak noktası oldular. Çeşitli evrimciler
gözlemlerine dayanarak açıklamalar yaptılar. Kuşbilimci David Lack, Nisan 1953
tarihli Scientific American dergisindeki makalesinde, Galapagos'taki
kuşların evriminin yakın geçmişte gerçekleştiğini, hatta türler arasındaki
ayrışmanın kanıtının hala görülebildiğini, iddia etti.15 Bir başka evrimci,
Peter Grant ise, Galapagos ispinozlarının evriminin halen devam ettiğini öne
sürdü.16
Söz
konusu ispinozlar hakkındaki makale ve yazıların çoğunda Peter Grant ve eşi
Rosemary Grant isimlerine rastlamak mümkündür. Nitekim Bilim ve
Yaratılışçılık kitabında da ispinozlar hakkındaki iddialar Peter ve
Rosemary Grant'in çalışmalarına dayandırılmaktadır. Bu iki araştırmacı 'evrimin
ispinozlar üzerindeki etkilerini' görmek amacıyla ilk defa 1973 yılında
Galapagos Adalarına gitmiş ve yıllar boyunca çok detaylı gözlem ve araştırmalar
yapmışlardır. Bu nedenle 'Darwin ispinozları uzmanları' olarak anılırlar.17
Peter ve Rosemary
Grant'in Yanılgıları
Princeton
Üniversitesi Ekoloji ve Evrimsel Biyoloji Bölümünden Peter Grant ve eşi,
Galapagos'ta yıllarca 'orta yer ispinozu' olarak adlandırılan türün bireylerini
incelediler ve farklı nesillerden yaklaşık yirmi bin ispinozu düzenli olarak
takip ettiler. Bunlara ek olarak adaya düşen yağış miktarını sürekli olarak
ölçen Peter-Rosemary Grant ve ekibi, farklı iklimlerin kuşlar üzerindeki
etkilerini de incelediler.
Bu
noktada Galapagos'taki iklim şartlarından kısaca bahsetmek gerekir. Bu adalarda
genellikle Ocak'tan Mayıs'a kadar sıcak ve yağmurlu bir mevsim yaşanır; diğer
aylarda ise daha serin ve daha kuru bir mevsim hüküm sürer. Bununla birlikte
sıcak ve yağmur mevsiminin başlangıcı ile, toplam yağış miktarı seneden seneye
büyük farklılıklar gösterebilir. Ayrıca bölgede 2 ile 11 yıl arasında düzensiz
aralıklarda, değişik şiddetlerde meydana gelen ve 'El Nino' olarak adlandırılan
atmosferik olay da iklim dengelerini değiştirir. El Niño döneminde Galapagos'a
aşırı derecede yağmur yağar; bunu takip eden seneler ise çoğunlukla yağışsız ve
kurak geçer.
Yağış
miktarı, tohumlarla beslenen yer ispinozları açısından hayati bir önem taşır.
Bol yağış alan senelerde, yer ispinozları gelişmek ve üremek için gereksinim
duydukları tohumları rahatlıkla temin edebilirler. Ancak kurak yıllarda adadaki
bitkilerin ürettiği tohum miktarı sınırlı ve yetersiz kalabilir; bunun
sonucunda da bazı ispinozlar besin bulamayarak ölürler.
Grant
ve çalışma arkadaşları Galapagos'taki Daphne Major Adasının 1976'da normal,
1977'de ise bunun sadece beşte biri oranında yağış aldığını ölçtüler. 1976'nın
ortasından Ocak 1978'de yağışlar tekrar başlayana kadar geçen 18 aylık kurak
dönemde, adadaki tohumların büyük ölçüde azaldığını ve pek çok yer ispinozunun
ortadan kaybolduğunu fark ettiler. Öyle ki yer ispinozu popülasyonu bir önceki
senenin %15'i oranına düşmüştü. Yok olan kuşların büyük bölümünün öldüğünü, az
bir kısmının ise göç ettiğini varsaydılar.
Grant
ve ekibi ayrıca kuraklığın ardından hayatta kalan ispinozların normalden biraz
daha büyük vücutlara ve biraz daha geniş gagalara sahip olduklarını
kaydettiler. Adadaki yer ispinozlarının 1977'deki ortalama gaga derinliği, yani
gaganın gövdeye birleştiği noktada, gaganın en altı ile en üstü arasındaki
mesafe, 1976'daki ortalamaya göre yaklaşık yarım milimetre, yani %5 daha
büyüktü. Adı geçen araştırmacılar buradan hareketle, doğal seleksiyonun
yalnızca küçük tohumlarla beslenen ispinozları ayıkladığını; büyük ve sert
tohumların kabuklarını kırarak açabilen büyük gagalı ispinozların ise hayatta
kaldığını öne sürdüler.
Peter
Grant, Ekim 1991 tarihli Scientific American dergisindeki makalesinde,
söz konusu araştırmanın evrimin doğrudan doğruya bir kanıtı olduğunu ilan etti.
Grant'a göre, orta yer ispinozunu büyük yer ispinozuna dönüştürmek için 20
seleksiyon vakası yeterliydi; kuraklığın on yılda bir gerçekleştiği
varsayılırsa da, bu dönüşüm 200 yıl gibi çok kısa bir sürede meydana
gelebilirdi. Tahminine hata payını da ekleyerek bunun 2000 yıl da
sürebileceğini, ancak kuşların adalarda olduğu süre göz önüne alınırsa bu
rakamın bile çok kısa olduğunu savundu. Doğal seleksiyonun orta yer ispinozunu
kaktüs yer ispinozuna dönüştürmek için ise, daha uzun zamana ihtiyaç duyacağını
öne sürdü.18 Grant sonraki makalelerinde de iddialarını yineledi; ispinozların,
Darwinizm'i doğruladığına ve doğal seleksiyonun canlıları evrimleştirdiğinin
bir kanıtı olduğuna dair iddialarını ısrarla sürdürdü.19
Bu
açıklamalar, evrimci çevrelerde bir kurtuluş olarak görüldü; deney ve gözlemler
karşısında daima başarısızlığa uğrayan doğal seleksiyonla evrimleşme teorisinin
delili olarak sunuldu. Grant'lerin araştırmaları, Jonathan Weiner'in İspinozun
Gagası adlı Pulitzer ödülü alan kitabının teması oldu. Bu kitap ile
birlikte Peter ve Rosemary Grant, Darwinizm'in birer kahramanı haline geldiler.
Profesör
Grant ve ekibinin Galapagos Adalarındaki çalışmalarına büyük emek verdikleri
bir gerçektir. Ne var ki saha çalışmalarındaki özen ve titizliği, sonuçları
değerlendirme aşamasında göstermemişlerdir. Bulguları bilime göre değil de,
evrimci ön kabullere göre yorumlamaya kalkıştıkları için büyük hataya
düşmüşlerdir.
Şimdi
Profesör Grant ve Amerikan Ulusal Bilimler Akademisi başta olmak üzere
evrimcilerin konuya ilişkin yanılgılarını ele alalım.
İspinozların Gagalarındaki Değişimi
Yanlış Yorumlama Yanılgısı
Daha
önce de belirttiğimiz gibi, El Nino özellikle Kuzey ve Güney Amerika'nın batı
bölgelerinde her birkaç yılda bir etkili olur ve bu dönemlerde Galapagos
Adalarına bol miktarda yağış düşer. Bu durum adalardaki bitkilerin gelişimine
ve bol tohum meydana getirmesine yol açar. Böylece yer ispinozları ihtiyaç
duydukları tohumları kolaylıkla temin ederler. İspinozlar böyle yağışlı
dönemlerde sayıca çoğalırlar.
Grant
ve çalışma arkadaşları 1982-1983'te buna benzer bir duruma şahit olmuşlardır.
Yağışlarla birlikte tohumlar bollaşmış ve yer ispinozlarının gaga büyüklüğü
ortalaması 1977 kuraklığı öncesindeki değere geri dönmüştür. Bu durum, gaga
büyüklüğünün düzenli bir artış göstereceği beklentisi içinde olan evrimci
araştırmacıları şaşırtmıştır.
Galapagos
ispinozlarının gaga büyüklüğü ortalamasındaki değişim şundan ibarettir:
Tohumların az olduğu kuraklık yıllarında, normalden biraz daha büyük gaga
ölçüsüne sahip kuşlar, daha güçlü gagalarıyla kalan sert ve büyük tohumları
açabilmektedir. İspinoz popülasyonu içindeki küçük gagalı ve güçsüz bireyler,
çevre şartlarına uyum sağlayamadığı için ölmekte; böylelikle gaga büyüklüğü
ortalaması artmaktadır. Küçük ve yumuşak tohumların bol olduğu yağışlı
dönemlerde ise bu durum tersine dönmektedir; bu kez daha küçük gagalara sahip
olan yer ispinozları ortama daha iyi uyum sağlamakta ve sayıca çoğalmaktadır;
böylece gaga büyüklüğü ortalaması normale geri dönmektedir. Nitekim Peter Grant
ve öğrencisi Lisle Gibbs, Nature dergisinde 1987 yılında yayımlanan
makalelerinde bu durumu kabul etmişlerdir.20
Kısacası,
bulgular evrimsel değişim diye bir şeyin olmadığını açıkça göstermektedir. Gaga
büyüklüğü ortalaması mevsimlere göre sabit bir değerin etrafında bazen biraz
artmakta, bazen de biraz azalmakta, diğer bir deyişle dalgalanmaktadır. Sonuç
olarak ortada net bir değişim söz konusu değildir.
Bu
gerçeği fark eden Peter Grant, 'doğal seleksiyona maruz kalan popülasyonun
(duvar saati sarkacı gibi) ileri ve geri salınım yaptığını' ifade etmiştir.21
Bazı evrimci araştırmacılar da doğal seleksiyonun birbirine zıt iki yönde de
hareket ettiğini dile getirmektedirler.22
South
Carolina Üniversitesinden Astronomi ve Fizik Profesörü Danny Faulkner, ispinoz
gagalarındaki bu dalgalanmanın evrimin bir delili olamayacağını şöyle ifade
eder:
Eğer bir yönde
mikro evrim varsaymışsanız ve daha sonra durum tam tamına başladığı eski haline
geri dönerse, bu evrim değildir, olamaz.23
İşte
Galapagos ispinozları gaga ortalamasının besin kaynaklarına göre azalması veya
artmasının, bundan hiçbir farkı yoktur. Evrimci araştırmacıların ispinoz
gagalarındaki dalgalanmadan yola çıkarak evrim teorisine bir kanıt bulduklarını
sanmaları tamamen ideolojiktir.
Grant
ve ekibi'nin 1970'li yıllardan 1990'lara kadar binlerce orta yer ispinozunu (Geospiza
fortis) incelemesi sonucunda, gaga büyüklüğünde net bir artış veya azalış
eğilimi yoktur. Dahası, hiçbir yeni tür veya özellik oluşmamış, belirli bir
yönde net bir değişim olmamıştır. İşte gözlemlenen bundan ibarettir. Objektif
bir bilim adamına düşen görev, spekülasyon veya çarpıtma yapmadan bu gerçeği
aktarmaktır. Bir olguyu sadece evrime delil üretmek uğruna abartmak veya gerçek
anlamından saptırmak kabul edilemez. Ne var ki Profesör Grant bulgularıyla
taban tabana zıt bir yorum yapmış; gözlemlemediği bir olguyu, bir ispinoz
türünün 200 ile 2000 sene gibi kısa bir sürede başka bir türe dönüşebileceğini
iddia etmiş ve böylelikle çalışmasına büyük bir gölge düşürmüştür. Biyolog Dr. Jonathan
Wells'in ifadesiyle bu, 'delili abartmaktır'.24
Wells,
Darwinistlerin böyle yöntemlere sık sık başvurduğunu belirtir ve Bilim ve
Yaratılışçılık kitabındaki ifadeleri buna örnek vererek şu yorumu yapar:
Ulusal Akademi
tarafından yayımlanan bir 1999 kitapçığı Darwin ispinozlarını, türlerin
kökeninin 'özellikle ikna edici bir örneği' olarak tanımlar. Kitapçık Grant'ler
ve çalışma arkadaşlarının şunu gösterdiğini açıklayarak devam eder: 'Adalardaki
tek bir yıl kuraklık ispinozlarda evrimsel değişimleri harekete geçirebilir.
Eğer kuraklıklar adalarda her on yılda bir meydana gelirse, yeni bir ispinoz
türü yaklaşık 200 yılda ortaya çıkabilir.' İşte bu kadar. Kuraklıktan sonra
seleksiyonun tersine döndüğünden, uzun dönemde hiçbir evrimsel değişim meydana
getirmediğinden bahsederek okuyucunun kafasını karıştırmaktan ziyade, kitapçık
bu gerçeği açıkça atlıyor. 1998'de bir hisse senedinin değerinin %5 arttığı
için hisse senedinin yirmi yılda iki katına çıkabileceğini iddia eden, ancak
1999'da %5 değer kaybettiğinden bahsetmeyen bir borsacı gibi, kitapçık kanıtın
çok önemli bir bölümünü gizleyerek halkı aldatmaktadır. 25
Amerikan
Ulusal Bilimler Akademisi gibi bilimsellik konusunda güvenilir olduğunu iddia
eden bir kurumun, ispinozlardan doğal seleksiyon ve evrime delil çıkarma
girişiminde kullandığı aldatmaca hayret vericidir. California Üniversitesi
Berkeley'den Profesör Phillip Johnson, konuyla ilgili olarak Wall Street
Journal'daki makalesinde şunu dile getirmiştir:
Önde gelen bilim
adamlarımız bir borsacıyı hapishaneye düşürecek tarzdaki bir tahrife başvurmak
zorunda kaldıklarında, onların zor durumda olduğunu anlarsınız. 26
Özetle
'doğal seleksiyonla evrimin en etkileyici örneklerinden biri' olduğu iddia
edilen Galapagos ispinozları hikayesi, açık bir aldatmacadır. Aynı zamanda
evrimcilerin her türlü bilim dışı yönteme başvurduklarını gösteren yüzlerce
örnekten biridir.
UBA'NIN FOSİL KAYITLARI HAKKINDAKİ YANILGILARI
Ulusal Bilimler Akademisi'nin
kitapçığında, fosil kayıtlarının evrim teorisini kesin olarak kanıtladığı öne
sürülmekte ve hatta 'o kadar çok ara geçiş formuna ait fosil bulunmuştur ki...'
denmekte, 'kanıt yığınları'ndan söz edilmektedir. (Bilim ve Yaratılışçılık,
s. 11-14) Ne var ki, kitapçıkta bir tane dahi ara geçiş formu örneği
verilmemektedir. Oysa kitapçığın iddiası, evrim teorisinin 'en önemli
delillerini' gözler önüne sermektir. (Bilim ve Yaratılışçılık, s. xii)
Bu iddiada olan bir kitapçıktan beklenen ise, sözde 'yığınlar' halinde dizili
olan söz konusu ara geçiş formlarının hangilerinin olduğunun belirtilmesi, öne
sürülen bazı klasik ara form adayları (örneğin Archaeopteryx) hakkında
yöneltilen eleştirilere ise cevap getirilmesidir. Ancak kitapçıkta hiçbir delil
verilmemekte, sadece yuvarlak cümleler ve soyut ifadelerle, okuyucu ikna
edilmeye çalışılmaktadır.
Ulusal
Bilimler Akademisi'nin evrim teorisini 'bol delilli' bir teori gibi gösterme
çabaları, 'o kadar çok delil var ki' şeklindeki üslubu, ölümü çok yaklaşan ve
kolunu dahi kıpırdatamayacak durumda olan bir hastaya moral vermek için
doktorlarının 'o kadar iyisiniz ki, yakında kalkıp koşuya bile çıkabilirsiniz'
demelerine benzemektedir. Görünen o ki, Ulusal Bilimler Akademisi üyeleri,
kendinden emin bir üslubun, teorilerini kurtarmaya yeteceğini sanmaktadırlar.
Oysa önemli olan üsluptaki ton değil, somut bilimsel kanıtlardır. Bu kanıtların
Darwinizm aleyhinde olduğu ise gizlenemez bir gerçektir. Günümüzde bilimsel
bulguları tarafsız değerlendirme yeteneğini henüz kaybetmemiş evrimciler dahi,
fosil kayıtlarının evrim teorisinin aleyhine olduğunu kabul etmektedirler,
çünkü bu açıkça ortadadır.
Örneğin
Nature dergisinin editörü Henry Gee, In Search of Deep Time isimli
kitabında, fosil kayıtlarında evrim teorisini destekleyen 'kanıt yığınları'
bulunduğunu değil, aksine eldeki kanıtların evrimciler tarafından kendi ön
yargılarına göre taraflı şekilde yorumlandığını şöyle belirtmektedir:
Evrimle ilgili
olarak yaptığımız varsayımların çoğu, özellikle fosil kayıtlarından anlaşıldığı
kadarıyla yaşamın tarihi ile ilgili olanlar , temelsizdir.
Bunun sebebi
bilim adamlarının ilgilendikleri, çok büyük olduğu için anlatı sanatının gücünü
aşan jeolojik zamanın boyutudur. Atalarımız olarak değerlendirdiğimiz fosil
varlıklar gibi fosiller hayatın tarihi için birinci derecede deliller
oluşturmaktadır, ancak her bir fosil, diğer fosillerle ve günümüzde yaşayan
canlılarla ilişkileri bulanık olan, dipsiz bir derinlikteki zaman denizinin
içinde kaybolmuş sonsuz küçüklükteki birer noktadır. Jeolojik zaman sınırının
aksine anlatılan ve fosilleri sebep ve sonuç ya da ata ve torun şeklinde
diziler halinde birbirine bağlayan hikayelerin hepsi bu nedenle üretimi ancak
bizlere ait olan hikayelerdir. Bu hikayeleri bizler, kendi ön yargılarımıza
bağlı olarak hayatın tarihini haklı göstermek için icad ederiz.1
Evrimci
ön yargılarla bakılmadığında, fosil kayıtlarının evrim teorisi ile birçok
noktada çeliştiği açıkça görülecektir. Bu çelişkilerden bazıları özetle
şöyledir:
1.
Türler ve daha üst kategoriler, fosil kayıtlarında çok ani bir biçimde ve özgün
yapılarıyla ortaya çıkmaktadırlar. Ulusal Bilimler Akademisi'nin öne sürdüğü ara
formlara fosil kayıtlarında rastlanmamaktadır. Evrimcilerin ara form olarak
tanıttıkları fosillerin, bilim adamları tarafından taraflı yorumlandıkları
zaman içinde ortaya çıkmıştır. Ara form olarak öne sürülen az sayıdaki fosilin
hiçbiri, evrimcilerin kendi aralarında bile kesin bir kabul görmüş değildir.
Gerçekte bu gibi ara form iddiaları (Archaeopteryx, Ambulocetus veya Australopithecus
gibi türler veya genuslar), söz konusu soyu tükenmiş canlıların bazı
anatomik özelliklerinin, evrimciler tarafından bir başka türe benzetilmesine
dayanmaktadır; ancak bu benzetmeler son derece yüzeysel ve zayıftır. Dahası bu
sözde ara formlar ile onların sözde en yakın evrimsel akrabaları (örneğin Archaeopteryx
ile theropod dinozorlar, Ambulocetus ile antik balinalar veya Australopithecus
ile Homo erectus) arasındaki büyük farklar, bunların Darwin'in öngördüğü
'küçük kademeli değişimler'i temsil eden ara formlar olmadıklarını göstermektedir.
Fosil kayıtları zenginleştikçe, türler arasındaki boşlukların gerçek ve kalıcı
olduğu görülmektedir.
2.
Evrim teorisi ile fosil kayıtları arasındaki ikinci çelişki, durağanlık
konusudur. Fosil kayıtlarında, formların farklı vücut formlarına yavaş yavaş
bir dönüşümü değil, formların durağanlığı yani değişmezliği görülmektedir.
3.
Jeolojik dizi, teorinin tahmininin tam aksi yönindedir. Evrim teorisi
küçük evrimsel değişikliklerin yavaş yavaş biriktiğini, yani daha ilkel
sınıfların zaman içinde önce içlerinde çeşitlendiklerini ve bu çeşitlenmenin
zamanla farklı ve daha kompleks vücut planlarına yol açtığını öne sürmektedir.
Diğer bir deyişle, evrim teorisine göre çeşitlilik farklılaşmadan önce
gelmelidir. Jeolojik dizi, yani fosillerin yeryüzü tabakalarındaki sıralaması
ise tam tersini gösterir: farklılık çeşitlilikten önce gelmektedir. Birbirinden
çok farklı temel vücut planları yaşam tarihinde, Kambriyen Dönemi olarak
bilinen dönemde, aniden, hiçbir evrimsel ataya sahip olmadan belirmektedir.
Önceden var olan bu formları ise varyasyonlar izlemektedir. Yaşamın doğa tarihi
sistematik olarak üstten alta doğrudur, Darwinci teorininin öne sürdüğü gibi
alttan üste doğru değil.
Evrim
teorisi ile fosil kayıtları arasındaki bu çelişkileri kısaca inceleyelim.
Ara
Geçiş Formları Yoktur
Darwin,
evrimi çok büyük zaman dilimleri içinde bir türden diğerine aşamalı geçişler
olarak hayal etmişti. Buna göre türleri birbirlerine bağlayan sayısız ara halka
olmalıydı. Darwin bunu Türlerin Kökeni adlı kitabında şöyle ifade
etmişti:
...Daha önce
dünyada var olmuş ara türlerin sayısı gerçekten muazzam olmalıdır. Öyleyse
neden tüm jeolojik oluşumlar ve tüm katmanlar bu tür ara halkalarla dolu değil?
Jeoloji kesinlikle bu tip incelikle derecelendirilmiş herhangi bir organik
halka ortaya koymamaktadır, ve bu, belki de, benim teorime karşı
geliştirebilecek en belirgin ve en ciddi itirazdır.2
Darwin,
hayvan filumlarının hiçbir evrimsel ataya sahip olmadan, aniden ortaya
çıkışının çok ciddi bir sorun olduğunu yine Türlerin Kökeni kitabında
şöyle ifade etmişti:
Çok daha ciddi
bir şekilde ortaya çıkan ilişkili bir problem daha vardır ki, bu da hayvanlar
aleminin temel sınıflarına ait türlerin bilinen en aşağı tabakalardaki fosil
kayalarında aniden ortaya çıkmasıdır...3
Darwin'in
sözünü ettiği ciddi problem günümüzde de devam etmektedir. Türlerin
birbirlerinden evrimleştiklerini göstermesi beklenen delillere fosil
kayıtlarında rastlanmamaktadır. Fosil kayıtlarında türler arasında ara
geçişlerin olmadığı o kadar açıktır ki, birçok evrimci bunu itiraf etmek
zorunda kalmıştır. Bu itiraflardan bazıları şöyledir:
John
Hopkins Üniversitesinden Prof. Dr. S.M. Stanley:
Bilinen fosil
kayıtları kademeli evrim ile uyumlu değildir ve hiçbir zaman olmamıştır...
Paleontologların çoğunluğu, delillerinin Darwin'in bir türün değişimine götüren
çok küçük, yavaş ve giderek biriken değişiklikler üzerine yaptığı vurguyla
çelişir durumda olduğunu hissetmiştir... Onların hikayeleri de örtbas
edilmiştir. 4
Felsefe
ve zooloji Profesörü Michael Ruse:
Fosil
kayıtlarında pek çok boşluk olduğunun kabul edilmesi gerekir... bu boşlukların
hepsinin ya da birçoğunun doldurulabileceğini düşünmek için hiçbir neden
yoktur.5
Amerikan
Doğa Tarihi Müzesinden paleontolog Niles Eldredge ve antropolog Ian Tattersall:
Kayıtlardaki
sıçramalar ve tüm deliller kayıtların gerçek olduğunu gösteriyor: gördüğümüz
boşluklar yapay bir fosil kaydının yapısını değil, yaşamın tarihindeki gerçek
olayları yansıtmaktadır.6
India
Moleküler Biyoloji Enstitüsü müdürü Rudolf A. Raff ve India Üniversitesinden
araştırmacı Thomas C. Kaufmann:
Fosil türleri
arasında ataların ya da ara geçiş formlarının eksikliği, erken metazoan
tarihinin garip bir özelliği değildir. Bu boşluklar geneldir ve tüm fosil
kayıtları boyunca hakimdir.7
20.
yüzyılın belki de en önde gelen evrimci biyoloğu Ernst Mayr:
Paleontologlar
Darwin'in kademeli evrim önermesiyle paleontolojinin gerçek bulguları arasında
görünen çelişkinin uzun zamandan beri farkındaydı. Zaman içinde birbirini
izleyen soy çizgileri yalnızca minimal düzeyde kademeli değişiklikleri ortaya
koyar görünmektedir ancak bir türün farklı bir cinse değişimi için ya da
evrimsel bir yeniliğin kademeli kökenine ilişkin hiçbir delil bulunmamaktadır.
Gerçekten yeni olan herşey, fosil kayıtlarında son derece ani bir şekilde
ortaya çıkmış görünmektedir.8
Darwin'in
150 yıl önce dikkat çektiği ve günümüzde evrimciler tarafından da kabul edilen
Darwinizm'in fosil probleminin Ulusal Bilimler Akademisi tarafından görmezden
gelinmesi veya okuyuculardan saklanmaya çalışılması bilimsel saygınlık
iddiasında olan bir kuruluşa yakışmamaktadır. Stephen Jay Gould gibi evrim
teorisinin açmazlarını itiraf etmekten kaçınmayan evrimciler, fosil
kayıtlarının evrim teorisi için 'inatçı ve rahat vermeyen' bir sorun olduğunu
kabul ederken9, Ulusal Bilimler Akademisi'nin bulguları görmezden gelmeye
çalışması, bu kurumun bilimsel saygınlığı hakkında doğal olarak ciddi kuşkular
doğurmaktadır.
Fosil
Kayıtlarındaki 'Durağanlık'
'Durağanlık',
biyolojik değişim yaşanmaması demektir, bu ise evrim olmadığı anlamına gelir.
Nitekim yoktur da. Çünkü fosil kayıtlarında, bir türün, soyu devam ettiği
sürece değişim göstermediği, 'durağan' olduğu, yani fosil kayıtlarında ilk
olarak nasıl belirdiyse, fosil kayıtlarından kaybolana kadar tamamen aynı formunu
koruduğu görülmektedir. Stephen Jay Gould, fosil kayıtlarının evrim teorisi ile
çeliştiğini ilk kez 1970'li yıllarda şöyle ilan etmiştir:
Fosilleşmiş
türlerin çoğunun tarihi, kademeli evrimle çelişen iki farklı özellik ortaya
koymaktadır:
1. Durağanlık: Çoğu
tür, dünya üzerinde var olduğu süre boyunca hiçbir yönsel değişim göstermez.
Fosil kayıtlarında ilk ortaya çıktıkları andaki yapıları ne ise, kayıtlardan
yok oldukları andaki yapıları da aynıdır. Morfolojik (şekilsel) değişim
genellikle sınırlıdır ve belirli bir yönü yoktur.
2. Aniden ortaya
çıkış:
Herhangi bir lokal bölgede, bir tür, atalarından kademeli farklılaşmalara
uğrayarak aşama aşama ortaya çıkmaz; bir anda ve 'tamamen şekillenmiş' olarak
belirir.10
Gould
ilerleyen yıllarda da fosil kayıtlarında görülen durağanlığı kabul ettiğini
belirtmiştir. 1988 yılında Natural History dergisindeki bir yazısında
şöyle demektedir:
Gelişmiş türler
genellikle var oldukları süre boyunca ya hiç değişmez, veya çok az, oldukça
yüzeysel biçimde değişirler (bu da çoğu zaman sadece büyüklük açısından olur).
Bu nedenle gözlenen değişimler hakkında yapılan çıkarımları daha uzun jeolojik
süreçlere uygulamak, büyük canlı gruplarının geçirdiği genel evrimsel süreçleri
belirleyen kapsamlı değişiklikler hakkında bilgi vermez. Çoğu zaman, en iyi
delillere sahip olunan türlere dahi bu açıdan bakıldığında bir çok türe pek bir
şey olmadığını görürüz11
Bu
sözünden de anlaşıldığı gibi Gould, birçok türün pek bir değişikliğe
uğramadığını itiraf etmektedir. Gould, yine aynı dergide 1993 yılında
yayımlanan bir yazısında ise şöyle demiştir:
Birçok fosil
türünün jeolojik yaşam süresi boyunca durağanlığı ya da hiçbir değişim
geçirmeyişi, tüm paleontologlar tarafından sözle ifade edilmeksizin
onaylanmıştır, ancak asla üzerinde etraflıca çalışılmamıştır... Durağanlığın
çok yaygın olması, fosil kayıtlarının utandırıcı bir özelliği haline geldi
ancak yokluğun (ki bu evrimin yokluğudur) bir ilanı olarak göz ardı edilmiş
olarak bırakıldı.12
Ian
Tatterstall ve Niles Eldredge ise, The Myths of Evolution adlı
kitaplarında, fosil kayıtlarının Darwin'in varsayımları ile olan çelişkisini ve
durağanlık gerçeğini şöyle anlatmaktadırlar:
Paleontologlar
fosillerini kaya kayıtları boyunca izlediklerinde, bekledikleri değişiklikleri
görmemektedirler... Fosillerin her bir farklı türünün, fosil kayıtları
içerisinde var oldukları süre boyunca tanınır şekilde aynı olduğu, Darwin Türlerin
Kökeni adlı kitabını yayınlamadan çok daha öncesinden beri paleontologlar
tarafından bilinmekteydi. Darwin'in kendisi, ... gelecek nesil paleontologların
bu boşlukları gayretli arayışlarıyla dolduracakları tahmininde bulunmuştur...
Daha sonrasında yapılan 120 yıllık paleontolojik araştırmalarsa, fosil
kayıtlarının Darwin'in varsayımlarının bu kısmını teyid etmeyeceğini son derece
açık bir şekilde ortaya koymuştur. Problem, kayıtların eksik olması da
değildir. Fosil kayıtları açıkça bu varsayımın yanlış olduğunu göstermektedir.
Türlerin uzun
zaman dilimleri boyunca şaşırtıcı şekilde sade ve durağan özellikler sergilemesi,
kral çıplak hikayesinin tüm özelliklerini taşımaktadır; herkes bilir ancak göz
ardı etmeyi tercih eder. Paleontologlar Darwin'in öngördüğü tabloyu inatla
reddederek karşı koyan, ve tümüyle başka yöne bakan, söz dinlemez bir kayıtla
karşı karşıya kaldılar.13
UBA'nın
Jeolojik Dizi Hakkındaki Yanılgıları
Ulusal
Bilimler Akademisi'nin iddiasına göre, fosil kayıtlarında canlı türleri en
basitten karmaşığa doğru sıralanmışlardır. Yani en alt katmanlarda en basit
yapıya sahip canlı türleri bulunmakta ve insanın ortaya çıkışına kadar bu
komplekslik giderek artmaktadır. Bu, Darwinizm'in öngörüsüdür ve evrimcilerin
fosil kayıtlarında delilini bulmayı umdukları hayalleridir.
Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, yeryüzü
tabakalarında türlere ait fosiller basitten komplekse doğru bir sıra
izlememektedir. Örneğin ilk hayvan filumlarının aniden ortaya çıktıkları
Kambriyen Dönem'de yaşamış olan trilobitler oldukça kompleks bir göz yapısına
sahiptiler. Bir trilobit gözü yüzlerce küçük petekten oluşur ve bu peteklerin
her birinin içinde çift mercek yer almaktadır. Bu göz yapısı tam bir tasarım
harikasıdır. Harvard, Rochester ve Chicago Üniversitelerinden jeoloji profesörü
David Raup; 'trilobitlerin gözü, ancak günümüzün iyi eğitim görmüş ve son
derece yetenekli bir optik mühendisi tarafından geliştirilebilecek bir tasarıma
sahipti' demektedir. 14
Trilobitler
hakkında belirtilmesi gereken bir diğer konu da, bu canlılardaki 530 milyon
yıllık petek göz sisteminin, bugüne kadar hiç değişmeden gelmiş olmasıdır; arı
ya da yusufçuk gibi günümüzdeki bazı böcekler de aynı göz yapısına sahiptir. 15
Bu bulgu, evrim teorisinin canlıların ilkelden karmaşığa doğru geliştiği yönündeki
iddiasına da yine 'öldürücü bir darbe' indirmektedir.
Kambriyen
kayalıklarında bulunan fosiller, salyangozlar, trilobitler, süngerler,
solucanlar, deniz anaları, deniz yıldızları, yüzücü kabuklular, deniz
zambakları gibi çok farklı canlılara aittir. 1999 yılındaki yeni bir bulgu ise,
Kambriyen Dönem'de Haikouichthys ercaicunensis ve Myllokunmingia
fengjiaoa olarak adlandırılan iki ayrı balık türünün bile var olduğunu
göstermektedir. Bu tabakadaki canlıların çoğunda, modern örneklerinden hiçbir
farkı olmayan, göz, solungaç, kan dolaşımı gibi kompleks sistemler, ileri
fizyolojik yapılar bulunur. Bu yapılar hem çok kompleks, hem de birbirinden çok
farklıdır. Dolayısıyla, UBA'nın canlılığın ilkelden gelişmişe doğru
evrimleştiği iddiası kesinlikle doğru değildir.
Darwinizm'in
dünya çapındaki en önemli eleştirmenlerinden biri olan California Üniversitesi
Berkeley'den Profesör Philip Johnson, paleontolojinin ortaya koyduğu bu
gerçeğin, Darwinizm'le olan açık çelişkisini şöyle açıklamaktadır:
Darwinist teori,
canlılığın bir tür 'giderek genişleyen bir farklılık üçgeni' içinde geliştiğini
öngörür. Buna göre canlılık, ilk canlı organizmadan ya da ilk hayvan türünden
başlayarak, giderek farklılaşmış ve biyolojik sınıflandırmanın daha yüksek
kategorilerini oluşturmuş olmalıdır. Ama hayvan fosilleri bizlere bu üçgenin
gerçekte baş aşağı durduğunu göstermektedir: Filumlar henüz ilk anda hep
birlikte vardır, sonra giderek sayıları azalır. 16
Son
olarak şunu da belirtmek gerekir ki, canlıların birbirlerinden türedikleri
iddiasına delil olarak, canlı türlerinin jeolojik katmanlardaki sıralanışlarını
göstermek hatalıdır. Evrimcilerin bu iddialarını kanıtlayabilmeleri için farklı
jeolojik katmanlardaki farklı türler arasında evrimsel bir geçiş olduğunu
gösteren ara formlara ait fosilleri gösterebilmeleri gerekir. Ancak önceki
sayfalarda da belirtildiği gibi, bu ara formlardan eser yoktur. Sonuç olarak,
UBA'nın fosil kayıtları hakkındaki 'kendinden emin' ifadeleri, gerçekte içi
boş, delilsiz, sadece propaganda için kullanılmış iddialardan ibarettir.
UBA'NIN
ORTAK YAPILARI EVRİME DELİL GÖSTERME YANILGISI
UBA'nın
evrim teorisine delil olarak gösterdiği konulardan bir diğeri homolojidir; yani
farklı canlıların sahip oldukları ortak yapılar. UBA, insan, fare ve yarasa
gibi bazı canlıların iskeletlerindeki benzerlikleri örnek olarak vermiş ve bu
benzerliklerin 'en iyi şekilde ortak bir atadan türeyişle açıklanabileceğini'
öne sürmüştür. (Bilim ve Yaratılışçılık, s. 14) Darwin'in Türlerin
Kökeni adlı kitabındaki iddia ve örneklerini yineleyen UBA, Darwin'den bu
yana anatomi ve biyolojide elde edilen yeni bilgileri tamamen göz ardı ederek,
150 yıl öncesinin bilimsel seviyesinde kaldığını bir kez daha göstermiştir.
UBA'nın
bilim dışı iddialarına geçmeden önce, homoloji kavramını kısaca inceleyelim.
Darwin'in
Homoloji Yanılgısı
Darwin,
Türlerin Kökeni adlı kitabının 'Mutual Affinities of Organic Beings:
Morphology, Embryology, Rudimentary Organs' (Canlılar Arasındaki Karşılıklı
Yakınlık: Morfoloji, Embriyoloji, Temel Organlar) başlıklı bölümünde, türlerin
sahip oldukları benzer yapılardan söz etmiş ve bunun ancak ortak bir atadan
türeyiş teorisi ile açıklanabileceğini öne sürmüştür.
Her
ne kadar Darwin ve ardından gelen evrimciler, canlılar arasındaki benzer
yapıların tek açıklamasının ortak bir atadan türeyiş olduğunu öne sürseler de,
Darwin'den önceki bilim adamlarının çoğu, bu benzer yapıların ortak bir
tasarımın eseri olduğu görüşünde birleşiyorlardı.
Günümüze
kadar Darwinistler, hem homolojinin nedenini ortak atadan türeyiş olarak
gördüler, hem de homolojiyi ortak atadan türeyiş teorisinin en güçlü kanıtı
olarak tanıttılar. Ancak, özellikle son 50 yıldır anatomi, biyokimya,
mikrobiyoloji gibi bilim dallarındaki gelişmeler, homolojinin evrim teorisi
için delil olamayacağını ve homolojinin doğru açıklamasının ortak bir atadan
türeyiş olmadığını gösterdi. Tanınmış bilim yazarı Richard Milton, Shattering
the Myths of Darwinism adlı kitabında, homolojinin evrimciler için en
önemli delillerden biri olduğunu, ancak 20. yüzyıl boyunca gerçekleşen bilimsel
gelişmelerle homolojinin Darwinizm için en önemli çıkmazlardan biri haline
geldiğini söyler:
Sonuçta,
homoloji Darwinist teorinin karşısına en büyük ve aşılması en zor engel olarak
çıktı.
Son yüzyıl
içinde, embriyoloji, mikrobiyoloji, moleküler biyoloji ve genetik alanlarında
biyoloji bir dizi yenilik yaşadı. Bu yenilikler sonucunda laboratuvarlarda
bitkilerin ve hayvanların nasıl inşa edildikleri en ince ayrıntısına kadar
incelendi. Eğer Darwinistlerin homoloji yorumları doğru olsaydı, o zaman
makroskobik seviyede görülen benzerliklerin aynılarının, mikroskobik seviyede de
bulunması gerekirdi. Ancak, bu benzerlikler mikroskobik seviyede
bulunamamıştır.
1
Bu
bölümde, UBA'nın homoloji konusundaki iddiaları ve homolojinin neden evrim
teorisi için önemli bir sorun olduğu incelenecektir. İlerleyen sayfalarda daha
detaylı olarak incelenecek olan bu sorunlar özetle şöyledir:
1. Evrimciler, homolojiyi hem ortak bir
atadan türeyişin delili olarak gösterirler, hem de homolojiyi ortak bir atadan
türeyiş olarak tanımlarlar. Bu bir totoloji yani bir kısır döngü mantığıdır ve
bilimsel olarak hiçbir şeyi ispatlamaz.
2. Evrimcilerin dahi aralarında evrimsel
akrabalık kuramadığı canlılar arasında da ortak yapılar bulunabilmektedir.
Demek ki, ortak yapıların nedeni ortak bir ata değildir.
3. Birçok canlıda bulunan benzer
yapılar, UBA'nın iddiasının aksine, benzer genler tarafından
oluşturulmamaktadır. Bu da ortak bir evrimsel kökenden gelmediklerini gösterir.
4. Homolog organlara sahip canlılarda,
bu organların embriyolojik gelişim safhaları birbirinden çok farklıdır. Bu ise
yine ortak bir atadan gelmediklerini gösterir.
Homolojiyi Evrimin Delili Saymak
Kısır Döngü Bir Mantıktır
UBA,
Darwin ile aynı hataya düşmekte ve canlılar arasındaki ortak yapıların en iyi
açıklamasının ortak bir atadan türeyiş olduğunu öne sürmektedir. UBA, bu
varsayımda bulunurken, ortak atadan türeyişi kesin bir gerçek olarak, ön bir
kabul ile kabul etmekte, sonra ortak yapıların tek açıklamasının ortak atadan
türeyiş olduğunu söylemektedir.
Darwinistlerin
homolog organlar konusunda sergiledikleri bir başka yanılgı ise, kurdukları
kısır döngü mantıkta gizlidir. Darwin'e ve Darwin'in sadık taraftarı UBA'ya
göre ortak yapılar evrim teorisinin hem sonucu hem de delilidir. Bu bozuk
mantık özetle şöyledir: Ortak atadan türeyiş teorisi, ortak ata teorisini
kanıtlayan homolojiyi kanıtlar.
Bu,
önce "dünyadaki kırmızı renkli ve üstü açık arabalar aynı fabrikadan
çıkmış olmalıdır" diye bir tanımlama yapmak, sonra da her kırmızı renkli
üstü açık arabayı "bakın, işte birbirlerine benziyorlar, demek ki aynı
fabrikadan çıkmışlar" diye yorumlamak gibidir. Gerçekte ortada herhangi
bir şeyin kanıtı yoktur; sadece kanıtsız bir varsayım ve bu varsayıma göre
yorumlanmak istenen nesneler vardır.
Evrim
teorisinin birçok iddiasında görülen bu kısır döngü mantık, doğal seleksiyon
konusunda da görüldüğü gibi birçok biyolog ve felsefeci tarafından
eleştirilmektedir. Bunlardan biri olan New Jersey Ramapo College'de felsefe
profesörü Ronald Brady, 1985'te bu konu hakkında şöyle yazmıştır:
Açıklanması
gereken konumun tanımı içerisinde açıklamamızı yaparak, bilimsel bir hipotezi
değil bir inancı ifade ediyoruz. Açıklamamızın doğru olduğu konusunda öylesine
ikna olmuş durumdayız ki, açıklamaya çalıştığımız durumdan onu ayırt etmek için
hiçbir gereksinim duymuyoruz. Bu tip dogmatik uğraşlar, sonunda bilimin alanını
terk etmelidirler. 2
Ortak Yapılar, Ortak Bir Atanın
Delili Değildir
Evrimcilerin
homoloji tezi, benzer yapılara sahip tüm canlılar arasında evrimsel bir ilişki
kurma mantığına dayanır. Oysa, aralarında hiçbir evrimsel bağlantı kuramadıkları
türlerin de birbirlerine çok benzeyen organları vardır. Kanat, bunun bir
örneğidir. Bir memeli olan yarasada, kuşlarda, sineklerde kanat vardır. Ayrıca
geçmişte yaşamış uçan kanatlı sürüngenler de vardır. Fakat, bu dört farklı
sınıf arasında evrimciler bile herhangi bir evrimsel bağ veya akrabalık
kuramamaktadırlar.
Bu
konudaki bir diğer çarpıcı örnek de farklı canlıların gözlerindeki şaşırtıcı
benzerlik ve yapısal yakınlıktır. Örneğin ahtapot ve insan, aralarında hiçbir
evrimsel bağlantı kurulamayan, son derece farklı canlılardır. Fakat her
ikisinin de gözleri, yapı ve fonksiyon bakımından birbirine çok yakındır.
İnsanla ahtapotun benzer gözlere sahip ortak bir ataları olduğunu ise
evrimciler bile iddia edememektedirler.
Bu
durum karşısında, evrimciler bu organların 'homolog' (yani ortak bir
atadan gelen) organlar değil, 'analog' (aralarında evrimsel ilişki
olmadığı halde birbirine çok benzeyen) organlar olduğunu söylerler. Örneğin
insan gözü ile ahtapot gözü onlara göre analog bir organdır. Ancak bir organı
homolog kategorisine mi, yoksa analog kategorisine mi dahil edecekleri sorusu,
tamamen evrim teorisinin ön kabullerine göre cevaplanır. Bu ise, benzerliklere
dayalı evrimci iddianın bilimsel bir yönü olmadığını göstermektedir.
Evrimciler, karşılarına çıkan bulguları, kayıtsız şartsız kabul ettikleri evrim
dogmasına göre yorumlamakta, objektif davranmamaktadırlar.
Oysa
ortaya koydukları yorum da son derece tutarsızdır. Çünkü 'analog' saymak
zorunda kaldıkları organlar kimi zaman, olağanüstü derecede kompleks yapılarına
rağmen birbirlerine o denli benzerdir ki, bu benzerliğin rastlantısal
mutasyonlar sayesinde sağlandığını öne sürmek son derece tutarsızdır. Eğer
ahtapotun gözü, evrimcilerin iddia ettiği gibi tamamen tesadüfen ortaya
çıkmışsa, nasıl olur da omurgalı gözü de tıpatıp aynı tesadüfleri tekrarlayarak
ortaya çıkabilir? Bu soruyu düşünmekten 'başı ağrıyan' ünlü evrimci Frank
Salisbury şöyle yazmaktadır:
Göz kadar
kompleks bir organ bile farklı gruplarda ayrı ayrı ortaya çıkmıştır. Örneğin
ahtapotta, omurgalılarda ve artropodlarda. Bunların bir defa ortaya çıkışlarını
açıklamak yeteri kadar problem oluştururken, modern sentetik (Neo-Darwinist)
teoriye göre, farklı defalar ayrı ayrı meydana geldikleri düşüncesi başımı
ağrıtmaktadır.3
Evrimci
teoriye göre, kanatlar da birbirinden bağımsız olarak dört kez 'tesadüfen'
ortaya çıkmıştır: Böceklerde, uçan sürüngenlerde, kuşlarda ve uçan memelilerde
(yarasada). Doğal seleksiyon-mutasyon mekanizmalarıyla açıklanamayan kanatların
dört kez ayrı ayrı oluşmaları, hem de oluşan kanatların birbirine benzer
yapılar sergilemeleri, evrimci biyologlar için bir başka baş ağrısı nedeni
oluşturur.
Bu konuda evrimci tezi çıkmaza sürükleyen en somut
örneklerden biri de, memeli canlılarda ortaya çıkar. Çağdaş biyolojinin ortak
kabulüne göre, tüm memeliler iki temel kategoriye ayrılır; plasentalılar ve
keseliler (marsupials). Evrimciler, bu ayrımın memelilerin henüz ilk
başlangıcında doğduğunu ve her iki kategorinin birbirlerinden tamamen bağımsız
olarak ayrı birer evrim tarihi yaşadığını varsayarlar. Ancak ne ilginçtir ki,
bu iki kategoride birbirlerinin neredeyse aynı olan 'çiftler' vardır. Kurtlar,
kediler, sincaplar, karınca yiyenler, köstebekler ve fareler, hem plasentalılar
kategorisinde, hem de keseliler kategorisinde birbirlerine çok benzer
yapılarıyla bulunmaktadır.4 Yani evrim teorisine
göre, birbirlerinden tamamen bağımsız mutasyonların, bu canlıları ikişer kez
'tesadüfen' tam aynı şekilde üretmiş olmaları gerekmektedir! Bu gerçek,
evrimciler açısından baş ağrısının çok ötesinde sıkıntılar oluşturacak bir
sorundur.
Plasentalı
ve keseli memeliler arasındaki ilginç benzerliklerden biri, Kuzey Amerika
kurdu ile Tazmanya kurdu arasındadır. Bu canlılardan ilki plasentalılar,
ikincisi ise keseliler sınıflamasına dahildir. Evrimci biyologlar, bu iki
farklı canlı türünün tamamen ayrı birer evrim tarihine sahip olduklarına
inanırlar.5 (Avustralya kıtasının ve çevresindeki adaların
Antarktika'dan ayrılmasından itibaren, keseli ve plasentalı memelilerin ilişkilerinin
kesildiği varsayılır ve bu dönemde hiçbir kurt türü yoktur.) Ancak ilginç olan,
Tazmanya kurdu ile Kuzey Amerika kurdunun iskelet yapılarının neredeyse tamamen
aynı olmasıdır. Özellikle kafatasları, birbirlerine son derece benzerdir.
Evrimci
biyologların 'homoloji' örneği olarak kabul edemedikleri bu gibi benzerlikler,
benzer organların, ortak atadan evrimleşme tezine delil oluşturmadığını
göstermektedir. Daha da ilginç olan, bazı canlılarda da bunun tam tersi bir
durumun gözlemlenmesidir. Yani evrimciler tarafından çok yakın akraba
sayıldıkları halde, bazı organları tamamen farklı yapılara sahip canlılar
vardır. Örneğin kabuklular sınıfındaki türlerin çok büyük bölümünde, 'kırılma
tipi' mercekli göz yapısı vardır. Kabukluların sadece iki türü, ıstakoz ve
karideste ise, bu göz yapısından tamamen farklı olan 'yansıtma tipi' aynalı göz
bulunur.
Ortak Yapılar Farklı Genler Tarafından
Kontrol Edilmektedir
UBA'nın
ve evrimcilerin homoloji konusundaki iddialarına göre, canlılardaki benzer yapı
ve işlevler, yine benzer genler tarafından kontrol edilmelidir. Bilindiği gibi
evrim teorisi canlıların genlerde oluşan rastlantısal ve küçük değişimlerle,
yani mutasyonlarla geliştiğini öne sürer. Dolayısıyla birbirlerinin yakın
evrimsel akrabası sayılan canlıların da genetik yapıları benzemelidir.
Özellikle de benzer organları, birbirine yakın bir gen yapısı tarafından
kontrol edilmelidir. Oysa genetik araştırmalar, bu evrimci tezle tamamen
çelişen bulgular ortaya koymuştur.
Benzer
organlar, çoğunlukla çok farklı genetik kodlar (DNA şifreleri) tarafından
belirlenmektedirler. Bunun yanı sıra, farklı canlıların DNA'larındaki benzer
genetik kodlar da, çok farklı organlara karşılık gelmektedirler. Avustralyalı
moleküler biyolog Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis isimli
kitabının 'The Failure of Homology' (Homolojinin Çöküşü) başlıklı bölümünde
homolojinin evrim teorisine delil sunmadığını açıklar. Denton, homolojinin
evrim teorisine delil oluşturabilmesi için, benzer organların benzer genler
tarafından kontrol edildiklerinin görülmesi ve ayrıca benzer organların benzer
embriyolojik bir süreç yaşadıklarının tespit edilmesi gerektiğini
belirtmektedir. Ancak Denton, gerçeklerin böyle olmadığını ve homolojinin evrim
teorisi için bir başarısızlık örneği olduğunu belirtmektedir:
Eğer
embriyolojik ve genetik araştırmalar, homolog yapıların homolog genler
tarafından belirlendiğini ve embriyolojik gelişim kalıplarını izlediğini
gösterebiliyor olsaydı, homolojinin evrimsel yorumunun geçerliliği büyük ölçüde
kuvvetlendirilmiş olacaktı... Ancak bu prensibin bu şekilde genişletilemeyeceği
açık bir hale geldi. Homolog yapılar genellikle homolog olmayan genetik
sistemler tarafından belirlenir ve homoloji kavramı çok nadiren embriyoloji
içerisinde genişletilebilir.6
Denton
yine aynı kitabında vardığı sonucu şöyle özetlemektedir:
Homolojinin
evrimci temeli belki de en ciddi olarak, görünürde benzer olan yapıların,
farklı türlerde bütünüyle farklı genler tarafından belirlendiği anlaşıldığında
çökmüştür.7
Richard
Milton, 1997 tarihli bir makalesinde moleküler biyolojinin, homoloji konusunda
evrimcileri nasıl hayal kırıklığına uğrattığını şöyle anlatmaktadır:
Bu tür hayal
kırıklıkları sadece embriyolojide yaşanmamaktadır. 1950'lerde moleküler
biyologlar genetik kodu deşifre etmeye başladıklarında, onları bekleyen bir
sürpriz daha vardı. Amino asitlerden protein üretmenin kodunu bulduklarında
doğal olarak karşılaştırmalı anatomide makroskobik seviyede gördükleri
benzerlikleri moleküler seviyede de göreceklerini sandılar.
Eğer insan
kolunun kemiklerinin izi, yarasanın kanatlarına veya atın toynaklarına kadar
sürülebilirse o zaman moleküler biyoloji, fiziksel benzerlikler olarak ortaya
çıkan DNA'daki benzerlikleri (homolojiyi) keşfetmiş olacaktı. Ancak biyologlar
genetiğin moleküler mekanizmasını anlamaya başladıklarında, farklı
türlerdeki homolog yapıların çok farklı genler tarafından belirlendiğini
gördüler. 8
Aslında
bu çok önceden beri bilinen bir gerçekti. Ünlü evrimci biyolog Gavin de Beer
daha 1971 yılında bu konuda şöyle yazmıştı:
Ortak bir atadan
gelen homolog yapıların nedeni olarak gen benzerliği görülemez.9
De
Beer, homolog yapıların farklı genlerden ortaya çıkabileceğini birçok örnekle
delillendirmiştir. Bunlardan biri, böceklerin gövdelerindeki bölümlerin (segment)
oluşumudur. Meyve sinekleri ile, çekirge ve yaban arısında bu gövde
bölümlerinin oluşumu için farklı genler kullanılmaktadır. Tüm böceklerin
gövdelerinin bölümleri homolog olarak kabul edildiğine göre, bu durum homolog
özelliklerin özdeş genler tarafından kontrol edilmesinin gerekmediğini
göstermektedir. Bir başka örnek ise, meyve sineklerinde cinsiyetin belirlenmesi
için gereken sex-lethal adlı gendir. Diğer böceklerde dişi ve erkeğin
oluşması için bu gene gereksinim yoktur. 10
Benzer
organların benzer genler tarafından kontrol edilmediklerini gösteren bir başka
konu da, bir genin çoğunlukla canlının birden fazla özelliğini belirliyor
olmasıdır. Bir farenin kürkünün rengini belirleyen gen aynı zamanda farenin
boyutlarını da belirlemektedir. Meyve sineği Drosophila'nın gözünün
rengini belirleyen gen, aynı zamanda dişinin cinsel organını da belirler.
Yüksek organizmalardaki genlerin neredeyse tamamı birden fazla etkiye sahiptir.
Hatta Evrimci Biyolog Ernst Mayr tek bir özelliği belirleyen gen çok enderdir veya
yoktur demektedir. 11
Denton,
tek bir genin birden fazla etkisi (pleiotropik etki) üzerine tavuklardan örnek
verir. Tek bir gen üzerinde oldukça fazla zararlı etkisi olan bir mutasyonun
sonuçları şöyledir: kanatların düzgün gelişmemesi, ayakta pençelerin
oluşmaması, tüylerin az çıkması, akciğerler ve hava keselerinin eksikliği.
Bunun önemi ise şudur: Kanatlar ve tüyler gibi etkilenen bazı özellikler sadece
kuşlara özgü iken, akciğerler gibi diğerleri insanlar dahil birçok omurgalı
için geçerlidir. Denton şuna dikkat çeker: 'bunun tek bir anlamı olabilir:
homolog yapıların özelleşmesinde homolog olmayan genler görev almaktadır.'12
Bunun
tersi, yani özdeş genlerden homolog olmayan yapıların oluşması da sık rastlanan
bir durumdur. Örneğin Distal-less olarak bilinen gen, fare, kelebek,
yumuşak solucan, tüylü solucan ve deniz kestanesinde kol, bacak gibi organların
gelişimiyle ilişkilidir. Ancak bu canlıların bu organlarının tamamı birbirinden
farklıdır, yani homolog değildir. 1997'de bu benzerlikleri inceleyen
biyologlar, bu canlıların kol, bacak gibi organlarının bu kadar farklı
olmasının şaşırtıcı olduğunu, uzantıların anatomilerinin ve "evrimsel
geçmişlerinin" birbirinden tamamen farklı olması gerektiğini
belirtmişlerdir. 1999 yılında Duke Üniversitesi Zooloji Bölümünden Prof.
Gregory Wray, Distal-less isimli gen ve 'dıştan bakıldığında
benzer olan ancak homolog olmayan yapılar' arasındaki ilişkiyi 'şaşırtıcı'
bulmuştur. Wray'in vardığı sonuç şöyledir:
Düzenleyici
bir gen ile homolog olmayan birkaç yapı arasındaki bu ilişki, bir istisnadan
ziyade bir kural görünümündedir. 13
Evrimci
biyolog De Beer, daha 1971 yılında yayınlanan Homology: An Unsolved Problem (Homoloji:
Çözülmemiş Bir Sorun) adlı kitabında bu konuda çok kapsamlı bir analiz ortaya
koymuş ve homolojinin evrim teorisi açısından neden sorun olduğunu şöyle
özetlemiştir:
Aynı genler
tarafından kontrol edilmedikleri halde, homolog organların, yani aynı
biçimlerin ortaya çıkmaları hangi mekanizmanın sonucu olabilir? Bu soruyu
1938'de sordum ve hala cevaplanmadı.14
De Beer'ın 1938'de sorduğu, 1971 yılında cevabını
alamadığı soru 2003 yılında hala cevapsızdır.
Homolog Organların Embriyolojik
Gelişimleri de Farklıdır
Homoloji
iddiasını çürüten bir başka delil ise, embriyolojik gelişim konusudur. Her ne
kadar UBA yazarları, 'Gelişim Sırasındaki Benzerlikler' başlıklı bölümde,
gelişim sırasında canlı türleri arasında benzerlikler olduğunu ve bunun ortak
bir atadan türeyişin delili olduğunu öne sürseler de (Bilim ve
Yaratılışçılık, s.17), bu iddia gerçekleri yansıtmamaktadır.
Homoloji
konusundaki evrimci tezin ciddi sayılabilmesi için, benzer yapıların
embriyolojik gelişim süreçlerinin, yani yumurtadaki ya da anne karnındaki
gelişim aşamalarının da paralel olmaları gerekir. Oysa benzer organlar için bu
embriyolojik süreç her canlıda birbirinden farklıdır. Her ne kadar evrimciler
görmezden gelseler de, bu gerçek 19. yüzyıldan beri bilim adamları tarafından
bilinmektedir. Örneğin Amerikalı embriyolog Edmund Wilson, daha 1894 yılında
şöyle demiştir:
Yetişkinlik
döneminde, birbiriyle oldukça uyumlu ve kesinlikle homolog olan yapıların,
larva veya embriyo evresinde çoğunlukla şekil, pozisyon veya her ikisi
açısından oldukça farklı olmaları bilinen bir gerçektir. 15
Wilson'dan
60 yıl sonra De Beer aynı gerçeği tekrarlamış ve şöyle demiştir:
Gerçek şu ki, homolog yapılar arasındaki
benzerlik, embriyodaki hücrelerin pozisyonlarının benzerliğine veya bu yapıları
meydana getiren yumurtanın parçalarına ya da bu yapıları meydana getiren
gelişim mekanizmalarına yüklenemez.16
Bu
durum hala geçerlidir. Günümüz biyologlarından Pere Alberch bu konuda şu
tespiti yapmaktadır:
Homolog
organların tamamen farklı başlangıç durumlarından meydana gelmeleri, istisnadan
daha çok bir kuraldır.17
Evrimsel
gelişim biyoloğu Rudolf Raff ise, oldukça farklı yollardan neredeyse tamamen
benzer formlara ulaşan iki deniz kestanesi türü üzerinde bir araştırma yapmış
ve 1999 yılında aynı problemi şöyle ifade etmiştir:
İki ilişkili
organizmadaki homolog özellikler benzer gelişimsel süreçlerle ortaya
çıkmalıdır... ancak morfolojik ve filogenetik kriterlerden dolayı homolog
olarak gördüğümüz özellikler gelişim içerisinde farklı yollarla ortaya
çıkabilir. 18
Homolog
organların gelişim aşamaları arasındaki uyumsuzluk, omurgalıların bazı uzuvları
için de geçerlidir. Bunun örneklerinden biri semenderlerdir. Birçok omurgalının
uzuvlarındaki el ve ayak parmaklarının gelişimi arkadan öne doğru devam eder ki
bu kuyruktan kafaya doğrudur. Örneğin kurbağaların uzuvlarının gelişimi bu
şekildedir. Ancak kurbağalar gibi amfibiyen olan semenderlerin gelişim şekli
daha farklıdır. Semenderlerde el ve ayak parmaklarının gelişimi ters yönde
ilerler, baştan kuyruğa doğru.
Homolog
organların aynı embriyolojik evreleri yaşamayışlarının bir başka örneği ise, bu
organların çoğu zaman embriyonun farklı bölgelerinde gelişmeye başlamalarıdır.
Araştırmalar, farklı hayvanlardaki benzer organların embriyodaki farklı hücre
grupları tarafından oluşturulmaya başlandığını göstermiştir. Sindirim borusunun
gelişimi bunun bir örneğidir; bu son derece önemli yapı dahi birçok omurgalıda
çok farklı şekillerde ortaya çıkar. Sindirim borusu köpek balıklarında,
embriyonun bağırsak boşluğunun tepesinde oluşur; yılan balıklarına benzer bir
şekle sahip olan bir su balığında (lamprey) ise bağırsak zemininde oluşur;
kurbağalarda embriyonun zemininde ve üst kısmında, kuşlarda ve sürüngenlerde
embriyonik diskin veya blastodermin (gelişen embriyoda üç ana tabakanın
belirlendiği devredeki hücre kümesi) en alt tabakasında oluşmaya başlar. 19
Darwin'in
klasik homoloji örneği olan omurgalıların ön ayakları da evrim teorisinin
karşısına sorun olarak çıkmaktadır. Çünkü ön ayaklar farklı türlerde vücudun
farklı bölümlerinden çıkar. Örneğin semenderde ön ayaklar hayvanın gövdesinin
2, 3, 4 ve 5. bölümlerinden çıkar; kertenkelede 6, 7, 8 ve 9. bölümlerden,
insanlarda ise 13, 14, 15, 16, 17 ve 18. bölümlerden çıkmaktadır.20 Moleküler biyolog Michael Denton'ın da
belirttiği gibi sadece bu delilden yola çıkılarak ön ayakların homolog
olmadıkları söylenebilir. 21
Yine
Denton'a göre:
Omurgalı
böbreğinin gelişimi, homolog organların homolog embriyonik dokudan üretildiği
varsayımını reddeden bir başka konudur. Balıklarda ve amfibiyenlerde böbrek
direkt olarak mezonefron olarak bilinen embriyonik bir organdan oluşur.
Sürüngenlerde ve memelilerde ise mezonefron, embriyonik hayatın sonlarında
özelliklerini yitirmeye başlar ve yetişkin böbreğinin oluşmasında hiçbir rol
almaz. Bu türlerde böbrek, mezodermal dokunun bir parçasından oluşmaya başlar..22
Benzer
yapıların birbirine hiç benzemeyen süreçler sonucu ortaya çıkışına, gelişme
evresinin son dönemlerinde de sık rastlanır. Birçok hayvan türü, erişkinliğe
giden yolda, 'dolaylı gelişim' olarak bilinen bir süreçten, yani larva
döneminden geçmektedir. Örneğin, birçok kurbağa hayata, yüzen tetarlar olarak
başlar ve metamorfozun en son döneminde dört ayaklı bir hayvana dönüşür.
Bununla birlikte, larva dönemini pas geçen ve doğrudan gelişen birçok kurbağa
türü de vardır. Ancak doğrudan gelişen söz konusu kurbağa türlerinin çoğunun
erişkinleri, tetra evresinden geçerek gelişen diğer kurbağa türlerinden
neredeyse hiç ayırt edilemezler.23
Kısacası
genetik ve embriyolojik araştırmalar, Darwin'in 'canlıların ortak bir atadan
evrimleştiklerinin delili' olarak gösterdiği homoloji kavramının, gerçekte
hiçbir şekilde buna delil oluşturmadığını göstermektedir. Homoloji, kapsamlı
olarak incelendiğinde tutarsızlığı açıkça ortaya çıkan evrimci bir yanılgıdır.
Richard
Milton, evrim teorisinin homoloji konusundaki çıkmazlarına embriyolojiden
örnekler verdikten sonra şöyle der:
Embriyolojiden
daha birçok kıyas örneği verilebilir; bu örneklerin neredeyse tamamı üzerinde
'homolojinin çözülmemiş sorunları' etiketi olan bir çekmeceye konmakta ve sonra
unutulmaktadır. 24
UBA'nın,
tüm bilim çevrelerinin bildiği ve kabul ettiği gerçekleri yok sayarak, evrim
teorisinin çürük delillerini bu kadar kesin doğrular gibi göstermeye çalışmış
olması ise gerçekten hayret vericidir.
UBA'NIN SÜRÜNGENLER VE MEMELİLER
HAKKINDAKİ YANILGILARI
UBA'nın
Bilim ve Yaratılışçılık isimli kitabındaki "Ortak Yapılar" konusunun
sonunda, 'memeli kulağı ve çenesi, paleontoloji ve karşılaştırmalı anatominin
birleşerek, taksonomik birimler arası geçiş aşamalarıyla ortak atadan gelişi
işaret ettiği örneklerdir... Sürüngen çenesindeki diğer kemikler şimdi memeli
kulağında bulunan kemiklerle homologdurlar.' denmektedir. (Bilim ve
Yaratılışçılık, s. 14-15) UBA'nın bu bölümdeki iddiası özetle şöyledir:
Memelilerin alt çeneleri tek bir kemikten oluşurken, sürüngenlerin çeneleri üç
kemikten oluşmaktadır. Evrimciler, sürüngenlerdeki fazla kemiklerin,
memelilerin kulağındaki kemiklerle homolog olduğunu, bunun memelilerin
sürüngenlerden evrimleştiklerinin bir delili olduğunu öne sürerler. Bu geçişin
bir delili ise, evrimcilere ve UBA'ya göre iki çene kemiği olan memeli benzeri
sürüngen Therapsida adlı sözde ara geçiş formudur.
Yukarıdaki
açıklama, evrimcilerin klasik iddialarından biridir. Evrimciler, iki canlı türü
arasında en küçük bir benzerlik görseler, bu benzerliğin evrimci bir yorumunu
yapmaktan geri kalmazlar. Ancak, bunu yaparken bu yorumu imkansız kılan
gerçekleri görmezden gelirler.
Sürüngenlerin
memelilere sözde evrimi, evrimciler açısından birçok sorun içeren bir konudur.
İki memeli kemiğinin, sürüngenlerin bazı kemiklerine benziyor olması bu sorunu
çözmemektedir. Çene kemiklerinin, mutasyonlar sonucunda, kulak gibi
indirgenemez kompleks bir organa doğru nasıl "göç ettikleri"; bu
mutasyonların iki çene kemiğini nasıl küçülttüğü, ideal boyut ve şekle getirdiği,
etrafında kaslar oluşturduğu; bu rastgele değişikliklerle orta kulakta nasıl
mükemmel bir denge kurulduğu; bu sırada canlının hala nasıl duymaya ve çenesini
kullanmaya devam ettiği gibi soruların tümü cevapsızdır. Evrimciler bu sorulara
cevap verememektedirler; çünkü tek biri bile sürüngen-memeli evrimi hikayesini
çürütmek için yeterlidir.
Therapsida
takımına
ait canlıların fosilleri ise, evrimcilerin iddialarını kanıtlamaz. Herşeyden
önce therapsidler fosil kayıtlarında Darwinizm tarafından beklenen kronolojik
sırada ortaya çıkmazlar. Evrimcilerin iddialarının doğru olabilmesi için, therapsid
fosillerinin en fazla sürüngen çenesi özelliği taşıyandan en fazla memeli
çenesi özellikleri taşıyana doğru bir çizgi izlemesi gerekmektedir. Ancak fosil
kayıtlarında böyle bir sıra görülmemektedir.
Ünlü
Darwinizm eleştirmeni Philip Johnson, Darwin on Trial adlı kitabında bu
konu hakkında şu yorumu yapar:
(Sürüngenler ve
memeliler arasında) Suni bir soy kökeni çizgisi oluşturulabilir, ancak bu
yalnızca farklı alt gruplara ait türleri keyfi olarak karıştırarak ve onları
kronolojik sıra dışında düzenleyerek gerçekleştirilebilir.1
Bunun
dışında, therapsidlerin memelilerle ortak olan tek özelliği kulak ve
çene kemikleridir. Sürüngenlerin ve memelilerin üreme sistemleri ve diğer
organlarındaki büyük farklılıklar incelendiğinde, sürüngenlerin memelilere
nasıl evrimleştiği sorusunun cevaplanmaktan ne kadar uzak olduğu görülecektir.
Daha da ileriye gidecek olursak, işler daha da zorlaşacaktır; özellikle de, primatlar,
atlar, yarasalar, balinalar, kutup ayıları, sincaplar, geviş getirenler gibi
birçok farklı kategoriyi içeren bir grup olan memelilerin nasıl olup da
tesadüfi mutasyonlar ve doğal seleksiyon ile sürüngenlerden evrimleştikleri
sorusu karşımıza çıkacaktır.
(Evrimcilerin
memelilerin kökeni hakkındaki çıkmazı hakkındaki detaylı bilgi için bkz. Harun
Yahya, Hayatın Gerçek Kökeni, Şubat 2003, Araştırma Yayıncılık)
1
Philip E. Johnson, Darwin on Trial, Intervarsity Press, 1993, s. 79
UBA'NIN TÜRLERİN
YAYILIŞINI EVRİME DELİL GÖSTERME YANILGISI
UBA,
evrimciler arasında dahi oldukça tartışmalı olan bir konu olan biyocoğrafya
konusunu ise, 'Türlerin Yayılışı' başlıklı bölümde evrime delil olarak
göstermiştir. (Bilim ve Yaratılışçılık, s. 15) UBA'nın bu konudaki
görüşleri şu ifadelerinde özetlenmektedir:
Ve neden Galapagos gibi takım adalarda en
yakın ana karadaki yaşam biçimlerine benzeyen ama yine de farklı türler
yaşarlar? Evrim kuramı, biyolojik çeşitliliğin yerel ya da göçmen ataların
soyundan gelenlerin farklı çevrelerine uyum sağlamaları sonucunda oluştuğunu
açıklar. Bu açıklama, mevcut türlerin ve o bölgedeki fosillerin benzer yapılara
sahip olup olmadıkları incelenip, birinin diğerinden nasıl türediği ortaya
konarak sınanabilir. Ayrıca yerel atası olduğu saptanamayan türlerin dışarıdan
geldiğini gösteren kanıtlar da olmalıdır.
UBA'nın
yukarıdaki açıklamasını inceleyelim. UBA'nın açıklamasına göre, Galapagos veya
Hawaii gibi okyanusla çevrili adalarda yaşayan canlılar, ya o bölgede bulunan
diğer canlılardan evrimleşmişlerdir, ya da bir şekilde bu adalara göçeden
'göçmen atalarından' evrimleşmişlerdir. Bu tür adaların, coğrafi açıdan diğer
karalarla aralarında engel vardır. Dolayısıyla, bu canlılar sadece belli bir
bölgenin özelliğine uyum sağlar ve belli özellikler kazanırlar. Bu, daha önce
anlattığımız gibi kimi biyologların "mikroevrim" dedikleri şeydir;
yani bir organ, yeni bir genetik bilgi oluşturmayan dolayısıyla gerçekte bir
"evrim" örneği olmayan varyasyon. 'UBA'nın Türleşme Yanılgısı' bölümünde
incelendiği gibi, hangi canlı türü olursa olsun ve ne kadar uzun süre coğrafi
açıdan izole olursa olsun, hiçbir tür bir başka türe evrimleşmez. Varyasyonun
evrim gibi gösterilmesinin neden yanlış olduğunu söz konusu bölümde detaylı
olarak incelemiştik.
Aslında
bu örnek bizlere evrimcilerin sık kullandığı bir yanıltma yöntemini tanıtması
açısından önemlidir: Doğadaki -hatta toplumdaki- herhangi bir değişimin
"evrim" diye isimlendirilerek, teoriye delil gibi gösterilmesi. Kimi
zaman evrimciler bu yöntemin daha da yanıltıcı bir örneğini kullanırlar ve
"evrim, zaman içinde değişmedir" derler. Bu yanıltıcı tanımdan sonra
doğadaki her türlü değişim "evrimin canlı örneği" gibi gösterilir.
Hatta, başta belirttiğimiz gibi, insanların kültürel ve teknolojik gelişimi
bile "evrim" olarak tanımlanır ve hemen Darwinizm'le
ilişkilendirilir. Tüm bu çarpıtmalar, ancak konu hakkında bilgisi olmayan ve
fazla düşünmeyen insanları etkileyebilecek aldatmacalardır ve gerçekte evrim
teorisini savunanların delil bulmak konusunda ne kadar umutsuz olduklarını
göstermektedir.
Öte
yandan UBA'nın kitabında yer alan "laf kalabalığı" yöntemi de
ilginçtir. Örneğin UBA yazarları, sadece Hawaii'de bulunan bazı salyangoz, kara
yumuşakçası ve meyve sineği türlerinin, geçmişte bu karaya ulaşabilmiş olan
birkaç ortak atadan evrimleştiklerini öne sürmektedirler. Ne var ki, bunu
gösteren fosil delilleri bulunmamaktadır. UBA, her zamanki klasik evrimci
mantığı kullanmakta, 'tüm canlılar evrimle meydana gelmiştir, bu canlılar bu
adada bulunuyorlarsa, demek ki onlar da bir şekilde ortak bir atadan
evrimleştiler' demektedir.
Biyocoğrafyanın,
yani canlıların coğrafi dağılımlarının, evrim teorisine sağladığı hiçbir kanıt
yoktur. Bu bilim dalı haritalama, organizmaların yokoluşu, ekoloji gibi konularla
ilgilenir. New York Amerikan Doğa Tarihi Müzesin'den G. Nelson ve N. Platnick,
evrimci olmalarına rağmen biyocoğrafyanın evrim teorisi ile ilgisizliğini şöyle
açıklarlar:
'Bu nedenle
biyocoğrafyanın (veya canlıların coğrafi dağılımlarının) hiçbir şekilde evrimin
lehinde veya aleyhinde bir delil sunmadığı sonucuna varıyoruz.'1
UBA'NIN
EMBRİYOLOJİ ALDATMACASI
UBA'nın
kitapçığında, daha 1920'li yıllarda geçersizliği ve büyük çaplı bir saptırmaya
dayalı olduğu anlaşılan bir yanılgı, yani Ernst Haeckel'in biyogenetik yasası,
evrim teorisine delil olarak gösterilmiştir. (Bilim ve Yaratılışçılık,
s.17) UBA söz konusu bölümde, embriyolojinin canlıların ortak bir atadan
türediklerine delil oluşturduğunu, canlı türlerinin gelişim evrelerinin başında
birbirlerine benzediğini öne sürmektedir. Bu hem bilim dünyasının hem de
UBA'nın ve hatta söz konusu kitapçığın yazarlarından olan Bruce Alberts'ın bile
geçerli olmadığını kabul ettiği bir iddiadır. Bruce Alberts bir röportajında,
yazarlarından biri olduğu Molecular Biology of the Cell adlı kitabının
bir sonraki baskısından Haeckel'in ilerleyen sayfalarda inceleyeceğimiz, sahte
embriyo çizimlerinin çıkartılacağını açıklamıştır.2
UBA'nın,
geçersizliği bilim dünyasınca kabul edilmiş konuları evrim teorisine hala delil
olarak göstermeye neden devam ettiği ayrıca incelenmesi gereken bir konudur. Bu
bölümde, embriyolojinin neden UBA'nın iddiasının aksine, evrim teorisine bir
delil oluşturmadığı açıklanacaktır.
Haeckel'in
Rekapitülasyon Teorisi
Her
ne kadar UBA kitapçığında Haeckel'in ismi anılmasa da, embriyolojiyi evrim
teorisine delil gösterme konusunda öncülük eden kişi Ernst Haeckel olmuştur.
Haeckel, bireyoluş (ontogeny) ve soyoluş (phylogeny) terimlerini icad etti.
Bireyoluş bir bireyin embriyonik gelişimini, soyoluş ise bir türün evrimsel
tarihini ifade ediyordu. Haeckel, embriyoların gelişirken atalarının yetişkin
formlarından geçerek, evrimsel tarihlerini 'tekrar ettiklerini' öne sürdü. Yeni
evrimleşen özellikler gelişimin sonunda ortaya çıkarken atalara ait
özelliklerin gelişimin ilk safhalarında görüldüğünü öne sürdü. Haeckel
'Rekapitülasyon teorisi' adını verdiği bu sözde kanunu ünlü cümlesinde özetledi
'bireyoluş soyoluşun tekrarıdır'. Darwin de İnsanın Türeyişi adlı
kitabında Haeckel'in çizimlerini kendi teorisini destekleyen çok önemli bir
kanıt olarak sundu.
Haeckel,
bu sonuca gözlemler neticesinde değil, evrim teorisinden yola çıkarak
ulaşmıştı. İngiliz zoolog Adam Sedgwick daha 1909 yılında Haeckel'in teorisi
için şöyle demiştir:
Evrim
teorisinden çıkarılan bir tümdengelimdir ve hala da öyle olmaya devam
etmektedir. 3
Rekapitülasyon
teorisinin geçersizliği kısa sürede anlaşıldı. 20. yüzyılın başlarında birçok
bilim adamı, bu teorinin doğru olamayacağını görmüştü. S. J. Gould, bu konuda
şunları yazar:
Haeckel'in
modern formların tüm atalarını embriyonik aşamalarında aramak için biyogenetik
kanununu kullanma programı büyük bir umut ve alkışla izlendi. Ancak çok az
olumlu sonuç elde edildi ve test edilemeyen filogenetik senaryalora ilişkin
sonsuz çekişmeye yol açtı. Bütün bunların nedeni filogenetik kanunun temelde
yanlış olmasıdır. Ondokuzuncu yüzyılın son yıllarında, Haeckel'in programı daha
çok bir alay konusu haline geldi.4
Profesör
K.S. Thomson ise 1988 yılında American Scientist dergisinde yayınlanan
makalesinde şöyle demektedir:
Biyogenetik
kanunu, eskiden kullanılan iri başlı kapı çivileri kadar modası geçmiştir. Sonunda
ellili yıllarda biyoloji ders kitaplarından çıkartılmıştır. Ciddi teorik bir
araştırma konusu olarak yirmili yıllarda geçerliliğini kaybetmişti. 5
Moleküler
biyolog, C. Mc Gowan'ın itirafı ise son derece açık yüreklilikle yapılmıştır:
Birçok fikir
gibi, (rekapitülasyon) zamanında iyi bir fikir gibi görünüyordu ancak
yaratılışçıların bize işaret etmekten hoşlandıkları gibi, bu fikir reddedileli
çok uzun süre olmuştur. 6
Ernst Mayr ise 'Rekapitülasyon
teorisi artık geçersiz kabul edilmektedir.' diyerek bu gerçeği itiraf
etmişti.7
Rekapitülasyon
teorisinin geçersizliğinin kabul edilmesinin nedeni, yeni buluşların teori ile
çelişmeye başlaması değildir. Çünkü zaten en başından beri bu teorinin
delillerle çeliştiği bilinmekteydi. Bilim tarihçisi Nicholas Rasmussen bu
konuda şöyle der:
Biyogenetik
kanunun reddedilmesi için kullanılan tüm önemli deliller kanunun kabul edildiği
ilk günlerden beri mevcuttu. 8
Haeckel'in
sahte çizimleri
Konunun
en önemli yönü ise "biyogenetik kanun" hikayesinin aslında bir bilim
sahtekarlığına dayanmasıydı. Haeckel, teorisini ispatlamak için, farklı
canlıların embriyolarının resimlerini çarpıtarak çizmişti. Çizimlerde çok
benzer gözüken bu embriyolar, gerçekte birbirinden çok farklıydılar.
Haeckel'in
çizimlerinde birkaç ayrı yönden sahtekarlık vardı:
1. Haeckel, sadece iddiasına uygun
görünen embriyoları seçmişti. Omurgalıların yedi sınıfı olmasına rağmen
(çenesiz balıklar, kıkırdaklı balıklar, kemikli balıklar, amfibiyenler,
sürüngenler, kuşlar ve memeliler) çenesiz ve kıkırdaklı balıkları çıkararak
sadece beş sınıfa ait embriyoları çizimlerine dahil etmişti. Ayrıca, seçtiği
embriyoların yarısı memelilere aitti, ve bunların hepsi aynı takımdandı
(palesentalılar); diğer memeli takımlarını ise dahil etmemişti. Sonuç olarak
Haeckel çizimleri için örneklerini taraflı olarak seçmiş, bilimsel
davranmamıştı.
2. Haeckel, kasıtlı olarak belirli canlıların
embriyolarını seçmiş olmasına rağmen, bu embriyolar dahi iddiasına uygun
değildi. Bu nedenle, embriyoların çizimlerinde hile yaptı. İngiliz embriyolog
Michael Richardson, 1995 yılında Haeckel'in çizimlerinin doğru olmadığını ve
çizimlerdeki embriyoların diğer verilerle birbirini tutmadığını detaylı bir
araştırmayla ortaya koydu. Richardson şu sonuca varmıştır: 'Bu çizimler
hatalıdır ve embriyonik gelişim hakkında yanlış bilgi vermektedir.' Richardson,
1997 yılında, uluslararası uzman bir ekip ile, Haeckel'in embriyolarını
omurgalıların yedi sınıfından gerçek embriyoların fotoğraflarıyla
karşılaştırdı. Bu şekilde Haeckel'in çizimlerinin büyük çarpıtmalarla dolu
olduğunu delillendirdi.
3. Bunların yanı sıra, Richardson ve
ekibi, amfibiyenlerin embriyonik morfolojileri (şekilleri) arasında büyük
değişiklikler olduğunu buldu. Ancak Haeckel teorisine uygun görünebilmesi için
amfibiyenlerden sadece semenderi seçmişti. Örneğin kurbağayı seçseydi, aradaki
farklılıklar çok daha belirgin olduğu için, teorisine uygun olmayacaktı.
4. Richardson ve ekibi ayrıca omurgalı
embriyolarının boyutlarının, 1 milimetre ile 10 milimetre arasında değişerek,
olağanüstü farklılıklar gösterdiğini gözlemledi. Oysa Haeckel hepsini aynı
boyutlarda çizmişti.
5. Richardson ve meslektaşları,
'somite'lerin –yani embriyonun gelişen omurgasının her iki tarafındaki
tekrarlanan hücre bloklarının- sayılarının da çok büyük farklılıklar
gösterdiğini gördüler. Her ne kadar Haeckel'in çizimleri her sınıfın yaklaşık
aynı sayılarda somite içerdiğini gösteriyor olsa da, gerçek embriyolarınki 11
ile 60'ın üzerinde sayılarda değişiyordu. Richardson ve ekibi şu sonuca vardı:
Araştırmamız,
Haeckel'in çizimlerinin güvenilirliğini ciddi şekilde temelinden yıkmaktadır. 9
Haeckel'in
embriyoları, gerçek embriyolarla yanyana konduklarında, Haeckel'in çizimlerinin
teorisine uydurulmak için kasıtlı olarak saptırıldıkları açıkça görülüyordu. Natural
History dergisinin 2000 Mart tarihli sayısında Stephen Jay Gould,
Haeckel'in 'en ideal hale getirerek ve işine gelmeyenleri çıkartarak,
benzerlikleri abarttığını' yazdı; ayrıca, Haeckel'in çizimlerinin 'hatalar ve
açıkça yapılmış tahriflerle' karakterize edildiğini belirtti.
Richardson,
yaptığı araştırmadan sonra Science dergisiyle yapılan bir söyleşisinde,
Haeckel'in embriyo çizimleri için 'biyolojideki en büyük sahtekarlıklardan
biridir' ifadesini kullanmıştır. Science dergisinin 5 Eylül 1997 tarihli
sayısında, yayınlanan 'Haeckel'in Embriyoları: Sahtekarlık Yeniden Keşfedildi'
başlıklı yazıda şöyle denmektedir:
Londra'daki St.
George's Hospital Medical School'dan embriyolog Michael Richardson,
'(Haeckel'in çizimlerinin) verdiği izlenim, yani embriyoların birbirine çok
benzedikleri izlenimi yanlış' diyor... O ve arkadaşları Haeckel'in çizdiği türdeki
ve yaştaki canlıların embriyolarını yeniden inceleyerek ve fotoğraflayarak
kendi karşılaştırmalarını yapmışlar. Richardson, Anatomy and Embryology
dergisine yazdığı makalede, 'embriyolar çoğu zaman şaşırtıcı derecede farklı
görünüyorlar' diye not ediyor.
Haeckel'in,
embriyoları benzer gösterebilmek için bazı organları kasıtlı olarak
çizimlerinden çıkardığını ya da hayali organlar eklediğini bildiren Science
dergisindeki makalenin, devamında şu bilgiler verilmektedir:
Richardson ve
ekibinin bildirdiğine göre, Haeckel sadece organlar eklemek ya da çıkarmakla
kalmamış, aynı zamanda farklı türleri birbirlerine benzer gösterebilmek için
büyüklükleri ile oynamış, bazen embriyoları gerçek boyutlarından on kat farklı
göstermiş. Dahası Haeckel farklılıkları gizleyebilmek için, türleri
isimlendirmekten kaçınmış ve tek bir türü sanki bütün bir hayvan grubunun
temsilcisi gibi göstermiş. Richardson ve ekibinin belirttiğine göre, gerçekte
birbirlerine çok yakın olan balık türlerinin embriyolarında bile, görünümleri
ve gelişim süreçleri açısından çok büyük farklılıklar bulunuyor. Richardson
'(Haeckel'in çizimleri) biyolojideki en büyük sahtekarlıklardan biri
haline geliyor' diyor.
Haeckel'in Embriyoların En Erken
Evreleri
İle İlgili Aldatmacası
Haeckel,
özellikle embriyoların en erken evrelerinin birbirine daha çok benzer olduğunu
öne sürmüştü. Oysa Haeckel'in çizimleri, erken aşamaları içermemekte, gelişimin
ortasından itibaren başlamaktadır. Halbuki daha erken aşamalar arasında çok
daha büyük farklılıklar vardır.
Bu
aldatmacayı görebilmek için, embriyonun ilk evrelerine ve bu evrelerde aldığı
şekillere kısaca değinelim. Bir hayvan yumurtası döllendiği zaman, döllenmiş
yumurta ilk olarak "bölünme" olarak adlandırılan bir süreç yaşar.
Bölünme sırasında, yumurta yüzlerce veya binlerce hücreye bölünür. Bölünmenin
sonunda, hücreler hareket etmeye başlar ve gastrulasyon olarak bilinen yeni bir
evreye geçerek kendilerini yeniden organize ederler. Gastrulasyon, hayvanın
vücut planının, doku tipinin ve organ sistemlerinin genel olarak
belirlenmesinde bölünmeden daha önemlidir.
Bir
omurgalı embriyosu, bölünme ve gastrulasyon evrelerinden sonra Haeckel'in 'ilk
evre' olarak adlandırdığı evreye geçer. Eğer Haeckel'in iddia ettiği gibi omurgalılar
gelişimlerinin en erken evresinde en fazla benzerliğe sahip olsalardı, o zaman
farklı sınıflar, en çok bölünme ve gastrulasyon evrelerinde benzerlik
göstereceklerdi. Ancak Haeckel'in örnek verdiği beş omurgalı sınıfının (kemikli
balık, amfibiyenler, sürüngenler, kuş ve memeliler) üzerinde yapılan
araştırmalar, durumun böyle olmadığını göstermektedir.
Beş
sınıf arasındaki farklılıklar döllenmiş yumurtalar arasında dahi oldukça
açıktır. Zebra balığı ve kurbağa yumurtaları yaklaşık bir milimetre
çapındadırlar; kaplumbağa ve civcivler yumurta sarısının üzerinde 3 veya 4
milimetre çapında diskler olarak başlarlar; insan yumurtası ise sadece bir
milimetrenin onda biri çapındadır. Zebra balığı, kaplumbağa ve civciv
embriyolarının en erken hücre bölünmeleri biraz benzerlik gösterir. Ancak birçok
kurbağada embriyolar sarı yumurtanın içine girer. Memeliler ise tamamen
farklıdır. Bölünmenin sonunda ve gastrulasyon evresinde hücre hareketleri beş
sınıfta da birbirinden oldukça farklıdır. Zebra balığında, hücreler embriyonun
gelişimini sağlayan yumurta bölümünden dışarıya doğru yavaşça inerler,
kurbağalarda birbirini tutan ince levhalar halinde bir gözeneğin içinden akarak
iç boşluğa doğru hareket ederler; ve deniz kaplumbağalarında, tavuklarda ve
insanlarda bir oluk boyunca embriyonik diskin iç boşluğuna akarlar. Eğer
omurgalılardaki erken gelişimle ilgili teori doğru olsaydı, bu beş sınıfın
döllenmiş yumurta halindeyken birbirlerine en fazla benzerlik göstermelerini,
bölünme sırasında çok belirsiz farklılıklar olmasını ve gastrulasyon evresinde biraz
daha farklılaşmalarını beklerdik. Ancak gözlemlenen böyle değildir. Beş sınıfın
yumurtaları birbirlerinden oldukça farklı şekillerde hayata başlarlar.
Sonuç
Asıl
ilginç olan ise, bilim dünyasının on yıllardır kesin olarak geçersiz gördüğü
bir teorinin, UBA tarafından hala evrim teorisine delil olarak
gösterilebilmesidir. UBA, Haeckel'in isminin sahtekarlık ile birlikte anılıyor
olmasından dolayı olacak, söz konusu bölümde Haeckel'den hiç söz etmemiş, ama
Haeckel'in sahte teorisini bilimsel bir gerçek gibi aktararak, onun
sahtekarlığına ortak olmuştur.
UBA'NIN
MOLEKÜLER BİYOLOJİNİN EVRİME KANIT SAĞLADIĞI YANILGISI
UBA'nın
kitapçığında yer alan gerçekle hiçbir ilgisi olmayan iddiaların en vahimleri
belki de "Moleküler Biyolojiden Gelen Yeni Kanıtlar" bölümünde yer
almaktadır. UBA, özellikle son 50 yıldır yapılan araştırma ve gözlemleri hiçe
saydığını, evrim teorisini bilimsel verilere rağmen savunduğunu bu bölümde bir
kez daha kanıtlamaktadır.
UBA'nın
evrim teorisine kanıt olarak saydığı bilimsel veriler, gerçekte evrim teorisine
kanıt olma özelliği taşımamaktadırlar. UBA ve diğer evrimciler önce evrim
teorisini ispatlanmış bilimsel bir gerçek olarak kabul etmekte, sonra da
bilimsel araştırma ve gözlemler sonucunda elde edilen bulguları, evrim
teorisine göre değerlendirmektedirler. Bu değerlendirmelerini ise evrimin bir
delili olarak sunmaktadırlar. İlerleyen sayfalarda detayları ile inceleneceği
gibi, bunlar evrimcilerin kısır döngü mantıklarının örnekleridir.
Canlılar Arasındaki Moleküler
Benzerliklerin Evrim Teorisinin Delili
Olduğu Yanılgısı
Kitapçığın
bu bölümündeki temel iddiaya göre, "çağdaş biyokimya ve moleküler
biyolojide yaşanan buluşlar ortak bir atadan türeyişe deliller
sunmaktadır". (Bilim ve Yaratılışçılık, s. 17) Kitapçıkta bu sözde
delillere verilen ilk örnek ise, evrimci ön yargılarla türetilmiş bir
varsayımdan başka bir şey değildir. UBA, nükleoit dizilerini amino asit
dizilerine çeviren şifrenin tüm canlılarda aynı olmasını ve tüm canlıların
proteinlerinin değişmeksizin aynı 20 amino asitten oluşmasını, canlıların ortak
bir atadan türediği iddiasına delil olarak göstermektedir. Bu çok komik bir
iddiadır. Evrimciler, önce evrim teorisini kesin bir gerçek olarak kabul
etmekte, sonra elde ettikleri verileri evrim teorisine uygulamaya
çalışmaktadırlar. Oysa tüm canlıların benzer özellik ve fonksiyonlara sahip
olmaları ortak tasarımın varlığının bir delili olarak da değerlendirilebilir.
Tüm canlıları tasarlayan ve yaratan tek bir Yaratıcı vardır, dolayısıyla hepsinin
temelde benzer özellik ve yapılardan oluşuyor olması son derece doğaldır.
Miyoglobin, Hemoglobin Molekülünün
Evrimsel Atası Değildir
"Moleküler
Biyolojiden Gelen Yeni Kanıtlar" başlıklı bölümde, hemoglobin ve
miyoglobin adlı moleküller örnek verilmekte ve bu iki molekül arasında evrimsel
akrabalık olduğu öne sürülmektedir. UBA'nın kitapçığında yer alan iddia
şöyledir:
Ne var ki, her
zincirde miyoglobindekinin tıpatıp eşi bir hem grubu vardır ve hemoglobin
molekülündeki her dört zincir de aynı miyoglobin gibi katlanır. Böylece bu iki
molekülün yakın akrabalığı 1959 yılında ortaya konmuş oldu.
Hemoglobin
ve miyoglobin adlı moleküllerin benzer özelliklere sahip oldukları doğrudur.
Doğru olmayan, UBA'nın ve diğer evrimcilerin, bu benzerlikten yola çıkarak
hemoglobinin miyoglobinden evrimleştiğini öne sürmeleridir. Bu iddiaları hiçbir
bilimsel delile dayanmamaktadır, sadece evrimci ön yargılarının bir ürünüdür.
Bunun nedenlerini sırasıyla inceleyelim:
•
Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, miyoglobin ve hemoglobin, benzer görevleri
olan iki moleküldür; hemoglobin kanda oksijen taşır, miyoglobin ise oksijeni
hemoglobinden alır, dokulara ve gerekli yerlere ulaştırır. Dolayısıyla benzer
görevleri olan iki protein molekülünün benzer yapılara sahip olacak şekilde
tasarlanmış olması son derece doğaldır. Bir benzetme yaparsak, tüm taşıtlar
benzer özelliklere sahiptirler; hemen hepsinin motoru, dümeni veya direksiyonu,
tekerlekleri, taşınacak eşya veya insanlar için özel bölümleri bulunur. Açıktır
ki, bu benzerliklerin nedeni, bu taşıtların her birinin belli bir amaç için
özel olarak tasarlanmış olması ve bu amaca uygun ortak özelliklere sahip
olmasıdır. Hemoglobin ve miyoglobin de benzer bir amaç için tasarlanmış olan
moleküllerdir ve bu nedenle benzer özelliklere sahiptirler.
•
UBA'nın iddiasını biraz daha detaylı olarak incelediğimizde, imkansızlığını
daha açık görebiliriz. Bu iddiaya göre, miyoglobin molekülü zaman içinde
uğradığı mutasyonlar sonucunda evrimleşmiş, amino asit diziliminde farklılıklar
oluşmuş ve böylece hemoglobin molekülü ortaya çıkmıştır. Ancak miyoglobin ve
hemoglobin moleküllerinin son derece kompleks yapılara sahip oldukları
bilinmektedir. Bu moleküllerden herhangi
birinin, mutasyon gibi rastgele etkilere maruz kalması, mutasyonlarla ilgili
bölümde de incelendiği gibi, bu molekülleri bozacak, işe yaramaz hale
getirecektir. Orak hücre anemisi olarak bilinen hastalık bunun örneklerinden
biridir. Bu hastalık, hemoglobin molekülünde meydana gelen bir mutasyon
sonucunda ortaya çıkar ve oldukça ciddi sonuçları bulunmaktadır. Dolayısıyla,
bir proteinin amino asit dizilimini rastgele değiştiren herhangi bir
mutasyonun, bu proteini daha fazla özelliklere sahip, daha kompleks bir başka
proteine dönüştürmesini beklemek, imkansıza inanmak olur. Evrimcilerin
iddialarını kanıtlayabilmek için, miyoglobin ile hemoglobin arasındaki her
geçiş aşamasının fonksiyonel (ve dahası bir önceki aşamadan daha yararlı)
olması gereklidir ki, bu imkansızdır.
Evrim
teorisini eleştiren Amerikalı kimyacı Dr. Robert Kofahl, hemoglobinin
miyoglobinden evrimleştiği iddiasının imkansızlığı için şu yorumda bulunur:
Moleküler
homoloji iddiasının iyi örneklerinden biri, insan dahil kara omurgalılarının
sahip olduğu alfa ve beta hemoglobin molekülleridir. Bunların insan miyoglobinine
benzeyen atasal bir miyoglobin molekülüyle homolog olduğu varsayılmaktadır. İki
alfa ve iki beta hemoglobini, kanımızdaki oksijen ve karbondioksiti taşıyan
olağanüstü hemoglobin molekülünü oluşturmak üzere iş birliği yapar. Ancak
miyoglobin kaslarımızın içindeki oksijeni taşıyabilmek için tekli moleküller
gibi davranır. (Evrimciler), ilk miyoglobin molekülünün evrimleşerek ... alfa
ve beta hemoglobin molekülünü oluşturduğunu varsayarlar. Günümüzde, miyoglobin
ve hemoglobin moleküllerinde bulduğumuz ise, özel ve üstün özelliklere sahip
mükemmel bir tasarım mucizesidir. Hayali evrimsel değişim süresi boyunca, yarı
evrimleşmiş moleküllerin faydalı fonksiyonlara hizmet edebileceğine ya da
herhangi bir canlının kanında bu moleküllerle hayatta kalabileceğine dair
herhangi bir delil var mı? Böyle bir bilgi yoktur. Modern omurgalılar bu
moleküller içinde (sadece) çok küçük varyasyonları tolere edebilirler. Yani
iddiaya göre homolog olan globin moleküllerinin farz edilen evrimsel tarihi
bilim değil bir fantezidir." 1
Dr.
Kofahl'ın da belirttiği gibi, UBA'nın moleküler homoloji konusundaki iddiaları,
diğerleri gibi bilim değil, sadece fantezidir.
Ayrıca
evrimcilerin açıklamaları, miyoglobin proteininin kökenine bir açıklama
getirmemektedir. Hemoglobin miyoglobinden evrimleşmiştir demektedirler, ancak
miyoglobinin nasıl oluştuğu konusu evrimciler açısından hala bir muammadır.
Moleküler Kıyaslamalar, Evrim Teorisinin
Sözde Soy Ağacı İle Çelişmektedir
Bilim
ve Yaratılışçılık
kitapçığında, canlıların hemoglobin, miyoglobin veya sitokrom-c gibi
proteinleri karşılaştırılarak evrimsel bir soy ağacı oluşturulabildiği ve bu
ağacın paleontoloji ve anatomiden elde edilen verilerle uyumlu olduğu öne
sürülmektedir. Bu iddia kitapçıkta şöyle ifade edilmektedir:
Değişik
canlıların dizilimleri arasındaki farklar, canlılarda görülen hemoglobin ve
miyoglobin varyasyonunu yansıtan bir aile ağacı oluşturmak için
kullanılabilirdi. Bu ağaç, karşılaştırılan canlıların ortak bir atadan türediklerine
ilişkin paleontolojiden ve anatomiden sağlanan gözlemlere tamamen uyuyordu.
…Enerji
transferinde rolü olan sitokrom-c gibi diğer proteinlerin ve tripsin ile
kimotripsin gibi sindirim proteinlerinin üç boyutlu yapılarından ve amino asit
dizilimlerinden de benzer aile geçmişleri elde edilmiştir. Moleküler yapının
incelenmesi, evrimsel ilişkilerin çalışılmasında yeni ve son derece güçlü bir
araçtır. (Bilim ve Yaratılışçılık, s. 18)
UBA'nın,
konu hakkındaki araştırma ve verileri yok sayarak, yukarıdaki gibi bir iddiada
bulunması şaşırtıcıdır. Çünkü UBA'nın sözünü ettiği moleküler karşılaştırmalar,
evrim teorisi için büyük sorunlar oluşturmakta, teorinin çelişkiler içerdiğini
gözler önüne sermektedir. UBA'nın ve evrim teorisinin bu konudaki çelişki ve yanılgılarını
incelemeden önce, moleküler karşılaştırmalar konusunda kısa bir bilgi verelim.
Canlıların
yapı ve fonksiyonlarının bağlı olduğu protein molekülleri, amino asitlerden
oluşurlar. Proteinlerde 20 tür amino asit vardır. Bu amino asitlerin belli bir
sıra ile dizilmeleri sonucunda, farklı özellikleri olan proteinler oluşur.
Örneğin bazı amino asitlerin belli bir sırada olmaları sonucunda midedeki yağı
sindiren proteinler oluşurken, bir başka amino asit zinciri oksijen taşıyan
protein molekülünü meydana getirir. Genellikle aynı tür içindeki aynı tür
proteinin, amino asit dizilimi aynıdır. Ancak türler arasında, bir proteinin
amino asit dizilimi değişebilmektedir. Örneğin kandaki oksijenin taşınmasını
sağlayan hemoglobin adlı protein için durum böyledir. Birkaç tür arasında belli
bir protein molekülündeki farklılıkların karşılaştırılması ve bu
karşılaştırmalardan sonuç çıkartılması "moleküler homoloji" olarak
adlandırılır. Örneğin, insan, fare ve atın hemoglobin moleküllerinin amino asit
dizileri tespit edilip, birbirleri ile kıyaslanabilir. Evrimcilere göre,
birbirlerine evrimsel açıdan daha yakın olduğu varsayılan türlerin protein
dizileri de birbirine daha benzer olmalıdır. Söz gelimi, insan ile atın
hemoglobin dizileri, fareye göre birbirine daha çok benzemelidir. Ne varki, bu
yönde yapılan araştırmalar, moleküler düzeyde yapılan kıyaslamaların evrim
teorisinin iddiaları ile tutarsızlık gösterdiğini ortaya koymuştur. Bu
tutarsızlığı ortaya koyan araştırma sonuçlarından bazıları şöyledir:
•
UBA'nın evrime delil olarak sunduğu sitokrom–c adlı molekül üzerinden yapılan
kıyaslamalar, aslında evrimcileri hayal kırıklığına uğratan sonuçlar
getirmiştir. Bu kıyaslamalar sonucunda kaplumbağa kuşlara, bir başka sürüngen
olan yılandan daha yakın çıkmıştır. Oysa evrimcilerin iddiasına göre her ikisi
de sürüngen olan kaplumbağa ve yılanın protein dizilimi birbirine daha yakın
olmalıdır.2
•
Yine aynı araştırma sonucunda tavukların, ördeklerden çok penguenlerle
benzerlik gösterdikleri tespit edilmiştir. İnsan ise, maymunlara değil,
kangurulara daha yakın çıkmıştır. 3
•
Popular Science dergisinin Ocak 2002 sayısındaki bir makalede, ördeğe
benzeyen dalgıç kuşunun DNA'sının daha çok flamingoya benzediği ortaya
konmuştur. 4
•LH
adlı hormonun amino asit dizisinin kıyaslanması sonucunda ise amfibiyenlerin
evrim teorisinin iddia ettiği gibi, sürüngenlere değil memelilere daha yakın
olduğu sonucu elde edilmiştir. 5
•
Alfa hemoglobin proteini üzerinden yapılan karşılaştırmalarda, timsah ile
tavuğun en fazla % 15 ortak amino asit dizilimine sahip canlılar oldukları
belirlenmiştir. Bir sonraki sırada ise engerek yılanı ile tavuk
bulunmaktadır(%10,5). En fazla benzerlik göstermesi gereken iki sürüngen olan
engerek yılanı ile timsah ise en düşük benzerliğe sahiptir(%5,6). Colin Patterson,
bu örnek ile evrimsel varsayımların açıkça çürütüldüğünü belirtmiştir. 6
•
Miyoglobin karşılaştırmalarında ise, timsahlarla kertenkelelerin %10,5
benzerliğe sahip oldukları görülmüştür. Ancak, kertenkele tavuk ile de %10,5
benzerlik göstermektedir. Yani sürüngen/sürüngen kıyası, sürüngen/kuş kıyası
ile aynıdır.7
•
Lizozom ve süt albümini kıyaslamalarında ise, insanlar test edilen diğer
memelilerden çok, tavuklara yakın çıkmıştır. 8
•
Cambridge'ten Adrian Friday ve Martin Bishop ellerindeki "tetrapodların
protein dizilimi" verilerini analiz etmişlerdir. Hayret verici bir
şekilde, yaklaşık bütün örneklerde insan ve tavuk, birbirlerine en yakın akraba
olarak eşleşmişlerdir. Bir sonraki en yakın akraba ise timsahtır.9
•
South Carolina Üniversitesi Tıp Fakültesinden biyokimya araştırmacısı Dr.
Christian Schwabe'nin relaxinler üzerinde yaptığı çalışmalar oldukça ilginç
sonuçlar ortaya koymuştur:
Yakın akraba
olduğu bildirilen türlerin relaxinleri arasındaki yüksek değişkenliğin yanı
sıra, domuzun ve balinanın relaxinleri bütünüyle aynıdır. Farelerden, Yeni Gine
domuzundan, insandan ve domuzdan alınan moleküller, birbirlerinden yaklaşık %55
uzaktır. Buna rağmen insülin, insanı şempanzeden daha çok domuza yakın
kılmaktadır.10
•
Bir 1996 yılı çalışmasında, 88 protein üzerinde yapılan analizler, tavşanları
kemirgenler yerine primatlarla aynı grupta çıkarmıştır; 1998 yılındaki bir
araştırmada 19 hayvan türünde 13 gen analiz edilmiş ve bunun sonucunda deniz
kestaneleri omurgalılar arasında gruplanmış; bir başka 1998 araştırmasında ise
12 protein analiz edilmiş ve bunun sonucunda inekler atlardan çok balinalara
yakın çıkmıştır. 11
•
Örneğin California Üniversitesinden Richard Holmquist, sitokrom-c üzerinde
yaptığı çalışmalar sonucunda, evrim teorisine göre birbirlerine son derece
yakın olmaları gereken amfibiyenlerle sürüngenler arasındaki biyokimyasal
farkın, teoriye göre birbirlerinden çok daha uzak olan kuşlar ile balıklardan,
memeliler ile balıklar veya memeliler ile böcekler arasındaki farklardan daha
da büyük olduğunu ortaya koymuştur. Araştırmacının konu hakkındaki yorumu
şöyledir:
Her iki durumda
da, bu değişikliklerin büyüklüğüne ve zamanla ilişkisine bağlı olarak, bazı
omurgalılarda birtakım anormallikler ortaya çıkmaktadır. Bu anormallikler
"filogenetik ağaçlar" üzerinde evrimsel uyuşmazlığın gözle görünür
olumsuzluğu olarak ya da bir organizmanın familya içinde taksonomik
yerleşiminin yalnızca hatalı biçimde yapılmasıyla kendini gösterecektir...
...Ancak deniz
kaplumbağası ve çıngıraklı yılan arasındaki her 100 kodon (DNA ya da RNA
üzerinde, belirli bir amino asit için genetik kod formasyonunu sağlayan, üç
komşu bazın belirlenmiş dizilimi) başına 21 amino asitlik farklılık, tavuk ve
lampri (emici bir su hayvanı) arasındaki 17, at ve köpek balığı arasındaki 16
amino asitlik farklılık gibi birbirinden büyük ölçüde ayrılmış olan sınıfların
temsilcileri arasındaki farklılıktan, hatta iki farklı filumdan gelen köpek ve
vida kurdu sineği (screw worm fly) (yumurtalarını bazen insan ya da diğer
hayvanların burun deliklerine ya da yaralı bölgelerine bırakarak ölümcül
sonuçlara yol açan bir Amerikan sineği) arasındaki 15 amino asitlik
farklılıktan dikkate değer şekilde büyüktür.12
Bu
araştırmaların sayısı arttıkça, moleküler düzeyde yapılan karşılaştırmaların
evrim teorisi ile çeliştiği daha da belirgin hale gelmektedir. Birçok evrimci
biyolog bu gerçeği itiraf etmek zorunda kalmıştır. Örneğin Fransız biyologlar
Hervé Philippe ve Patrick Forterre 1999 yılındaki bir makalelerinde "daha
fazla dizi elde edildikçe görüldü ki protein filogenileri hem birbirleri ile
hem de rRNA ağacı ile çelişmektedir." diyerek bu gerçeği itiraf
etmektedirler. 13
California
Üniversitesinden moleküler biyologlar James Lake, Ravi Jain ve Maria Rivera ise
yine 1999 yılında şöyle yazmaktadırlar:
Bilim adamları
farklı organizmalardan farklı genleri analiz etmeye başladıklarında, bunların
birbirleri ile ilişkilerinin rRNA analizleri ile oluşturulan evrimsel hayat
ağacı ile çeliştiğini gördüler. 14
RNA
temelli karşılaştırmalar ile soy ağacı kurma konusunda öncü sayılan Illinois
Üniversitesinden biyolog Carl Woese ise, UBA'nın yayını olan PNAS'ta (Proceedings
of the National Academy of Sciences) yayınlanan bir makalesinde, söz konusu
araştırmaların çelişkili sonuçları üzerine şu yorumu yapmaktadır:
Şimdiye dek
üretilen birçok bireysel protein filogenisinden, organizmaya ilişkin tutarlı
hiçbir filogeni ortaya çıkmamıştır. Filogenetik uyuşmazlıklar evrensel ağacın
içinde, kökünde, içindeki temel dallarda, çeşitli gruplar arasında, birincil
grupların kendi oluşumuna dek her yerde görülebilir. 15
Biyolog
Michael Lynch ise farklı genler üzerinde yapılan analizler kadar, aynı genler
üzerinde yapılan farklı analizlerin dahi çelişkili sonuçlar getirdiğini
belirtmektedir:
Farklı genler
üzerinde yapılan analizlerle ve hatta filogenetik ağaçların bir çeşitlenmesini
oluşturan aynı genler üzerinde yapılan farklı analizlerle ana hayvan
filumlarının filogenetik ilişkilerine açıklık kazandırılması, içinden çıkılması
güç bir problem oluşturmuştur.16
Moleküler
biyolog Michael Denton, moleküler seviyede yapılan karşılaştırmaların evrim
teorisi ile çeliştiğini şöyle açıklamaktadır:
Ancak 1960'larda
daha fazla protein dizilimi elde edildikçe, moleküllerin doğadaki ardışık düzen
için hiçbir delil sağlamayacağı açıkça görüldü. Aksine moleküllerin, evrim için
hiçbir delilin bulunmadığı hiyerarşik şemayı destekleyen geleneksel görüşü
onayladıkları anlaşılmıştır. Dahası, sınıfların, matematiksel açıdan, en tutucu
tipolojistlerin bile öngörebileceğinden, daha mükemmel olduğu ortaya çıktı. 17
Dr.
Schwabe, moleküler alanda evrime delil bulabilmek için uzun yıllarını vermiş
bir bilim adamıdır. Özellikle insülin ve relaxin türü proteinler üzerinde
incelemeler yaparak canlılar arasında evrimsel akrabalıklar kurmaya
çalışmıştır. Fakat çalışmalarının hiçbir noktasında evrime herhangi bir delil
elde edemediğini pek çok kereler itiraf etmek zorunda kalmıştır. Science
dergisindeki bir makalesinde şöyle demektedir:
Moleküler evrim,
evrimsel akrabalıkların ortaya çıkarılması için neredeyse paleontolojiden daha
üstün bir metot olarak kabul edilmeye başlandı. Bir moleküler evrimci olarak
bundan gurur duymam gerekirdi. Ama aksine, türlerin düzenli bir gelişme
kaydettiğini göstermesi gereken moleküler benzerliklerin pek çok istisnası
olması oldukça can sıkıcı görünüyor. Bu istisnalar o kadar çok ki,
gerçekte, istisnaların ve tuhaflıkların daha önemli bir mesaj taşıdıklarını
düşünüyorum.18
Durham
Üniversitesi Biyolojik Bilimler Bölümü'nden Prof. Dr. Donald Boulter, amino
asit dizilimleri üzerinde yapılan karşılaştırmaların evrim teorisinin
varsayımları ile çelişkili sonuçlar verdiğini 1980 yılında şöyle açıklamıştır:
Omurgalılardaki sitokrom-c'nin
amino asit dizilimlerinden elde edilen ilk sonuçlar fosil kanıtlarından
türetilenlere benzer omurgalılar filogenisinin ana hatlarının oluşturulmasına
yön verdi. Diğer proteinlerden elde edilen sonuçlar toparlandıkça bu çok
umutlandırıcı başlangıç, kısa sürede daha az tatmin edici hale geldi. Farklı
proteinlerin amino asit dizilim veri kümeleri her zaman aynı filogenetik yoruma
uygun düşmemiş ya da temelde fosil ve morfolojik özelliklerden elde edilen
kabul görmüş filogeniyle uyuşmamıştır.19
1998
yılında Science dergisinde Elizabeth Pennisi tarafından yayınlanan
" Genome Data Shake Tree of Life " (Genom Verileri Hayata Ağacını
Sarsıyor) başlıklı makalede, moleküler seviyede yapılan analizlerin,
evrimciler tarafından kabul edilen sözde evrim ağacını sarstığı, sonuçların
birbirleri ile çelişkili olduğu şöyle ortaya konuyordu:
O zamandan beri
o (evrimci Carl Woese) ve diğerleri bir "yaşam ağacı" kurmak için hem
büyük hem de küçük olmak üzere çok çeşitli canlının evrimsel ilişkilerini
gösteren rRNA kıyaslarını kullanıyorlardı. Bu rRNA temelli ağaca göre
milyarlarca yıl önce evrensel ortak bir ata iki mikrop dalına ayrılmıştı,
archaea ve bakteriler (topluca prokaryotlar olarak adlandırılıyor). Daha sonra
archaea'dan ökaryotlar gelişti. Ama dizilimleri yeni yapılan mikrobik genomlar
ve bira mayası gibi ökaryotik genomlara yapılan kıyaslar bu düzenli resmi
düzensizliğe götürüyor, bütün yaşamın sınıflandırılması hakkında şüpheler
meydana getiriyor. 20
Pennisi,
kaynama noktasına yakın bir ısıda yaşayan ve DNA dizilimi tamamlanan Aquifex
aeolicus bakterisinin moleküler evrimcilerin karşılaştıkları problemleri
somutlaştırdığını söylüyordu. Söz konusu bakteri üzerinde incelemeler yapan
bilim adamlarından moleküler genetikçi Robert Feldman 1998 yılının Şubat ayında
Kuzey Carolina Hilton Head'deki Mikrobal Genom Konferansında vardığı sonucu
şöyle özetlemişti: "Kullanılan genlere bağlı olarak farklı filogenetik
ağaçlar elde ediyorsunuz." 21
Makalede,
bu araştırmanın sonucunda elde edilen bazı veriler şöyle özetleniyordu:
Hücre
bölünmesine yardım eden FtsY adlı proteinin geni, Aquifex'i toprak mikrobu Bacillus
subtilus'a yakın bir yere yerleştirdi. Oysa her ikisinin de bakteriyel ağacın
farklı dallarından geldikleri varsayılıyordu. Daha da kötüsü, tryptophan adlı
amino asidi sentezlemekte kullanılan bir enzimi kodlayan gen, Aquifex'i
archaea'larla ilişkili gösterdi. Diversa ekibinin archaea hakkında bulduğu tek
anormallik bu da değildi. DNA'nın yapıtaşlarını inşa etmede yardımcı olan, CTP
sentezini enzimini şifreleyen gen analizleri archaea'yı evrimleşen diğer bütün
organizmaların dışına atar ve rRNA ağacının ileri sürdüğü gibi tutarlı ve
farklı bir grup olmadıklarını ileri sürer. 22
Pennisi'nin
makalesinde görüşü belirtilen bilim adamlarından bir diğeri olan Ohio State
Üniversitesi'nden mikrobiyolog John Reeves ise bu konu hakkında şöyle
demektedir:
Daha önce rRNA
ağaçları, canlıların (yaşam tarihi) ağacı ile denkleştirilmeye çalışılıyordu.
Ancak tüm genomlara baktığınızda rRNA ağacıyla aynı sonucu vermeyen genlerle karşılaşıyorsunuz.
23
BENZERLİKLER EVRİMSEL AKRABALIK
ANLAMINA GELMİYOR
Evrimciler,
canlılar arasındaki sözde evrimsel akrabalığı, bu canlılar arasındaki bazı
genetik veya morfolojik benzerliklerden yola çıkarak öne sürmektedirler. Ancak,
son yıllarda yapılan araştırmalar, genetik ve morfolojik benzerliklerin, canlı
türleri arasında evrimsel bir ilişki olduğu iddiasına delil teşkil etmediğini
göstermiştir.
Genler aynı fakat görünüş farklı
Bu
alanda yapılan en son çalışmalardan biri ABD Ulusal Bilim Vakfı tarafından
yürütüldü. Penn Eyalet Üniversitesi'nden evrim biyoloğu Blair Hedges başkanlığında
yürütülen çalışmada su kuşlarının genleri karşılaştırıldı. Ancak aynı ailenin
üyeleri oldukları iddia edilen kuşların, gerçekte genetik açıdan birbirine
hiçbir şekilde benzemediği ortaya çıktı. Araştırmanın sonuçları şöyle
özetleniyordu:
Su kuşlarının genleri, kuşların bedensel
özelliklerini temel alan geleneksel akrabalık gruplamalarından tamamen farklı
bir soy ağacı ortaya çıkardı.
Evrimciler
bugüne dek fiziksel özellikleri karşılaştırma yolu ile, türler arasında
akrabalık ilişkileri kurmuşlardır. Ancak araştırmacılar DNA analizleri
sayesinde fiziki özelliklerden yola çıkılarak çizilen evrim soy ağaçlarının
geçersiz olduğunu artık fark etmiş bulunuyorlar.
Araştırmanın
şaşırtıcı bulguları arasında, birbirine çok benzer genlere sahip canlılar
arasında herhangi bir bedensel benzerlik olmadığı saptandı:
"Çamurda yürümesini sağlayan uzun
bacaklarıyla, flamingonun en yakın akrabası, çamurda yürüyen uzun bacaklı bir
başka kuş değil, ancak dalmak üzere yapılmış kısa bacaklarıyla sıska dalgıç
kuşu çıktı."
Evrim
biyoloğu Blair Hedges bu sürpriz buluş karşısındaki şaşkınlığını şöyle
belirtti:
Genleri
birbirlerine diğer başka kuşlarla olduğundan daha çok benzeyen iki tür,
dışarıdan hiçbir benzerlik göstermemekteler.
Görünüş aynı ama genler farklı
Benzer
bir buluş ise Meksika'da yeni bir semender türünün bulunması ile ortaya
çıkarıldı. Önce bir semender bulduklarını düşünen bilim adamları, DNA analizi
sonrasında, buldukları fosile semender diyemeyecekleri sonucuna vardılar. Çünkü
ellerindeki fosil, her ne kadar bilinen semenderle tıpatıp aynı olsa da genetik
olarak çok farklıydı. ABD Ulusal Bilim Vakfı tarafından bu sonuç şöyle
açıklandı:
Toprakta
yaşayan bu semender, birkaç yüz mil ötedeki dağın eteklerinde yaşayan
semenderlerin tıpatıp aynısı görünüyor. Fakat California Berkeley'deki
zoologların yaptığı DNA analizi, apayrı türler olduklarını gösteriyor.
İşte
bu noktada, çok büyük bir şaşkınlık hakim olmaktadır: birbirinin aynısı
olmalarına rağmen, genetik açıdan tamamen ayrı türler olarak
sınıflandırılmaları gerekmektedir. Çalışmayı yürüten California Berkeley
Üniversitesinden biyolog David Wake, vardığı sonucu çok açık olarak şöyle ifade
ediyor:
Birbirlerinin
yakın akrabaları değiller.
Görüldüğü
gibi dış benzerlik genetik benzerlik dahi gerektirmemektedir. Bu nedenle
uzmanlar bu sonucu büyük bir sürpriz olarak nitelendirmektedirler. Çünkü
genetik olarak çok farklı olmaları kesinlikle ortak bir atadan
evrimleşmedikleri, birbirleriyle akraba dahi olmadıkları sonucunu
getirmektedir.
Bu
değerlendirmeler ışığında evrimcilerin bedensel veya genetik benzerliklerden
yola çıkarak varsaydıkları sözde evrimsel yakınlıkların geçersiz olduğu
anlaşılmıştır. Böylece bugüne dek çizilmiş olan tüm soy ağaçlarının da bilimsel
bir temele dayanmadığı, evrimci ön yargılarla oluşturuldukları ortaya
çıkmaktadır.
Cheryll
Dybas, Genes of Aquatic Birds Reveal Surprising Evolutionary History,
National Science Foundation – Official News-Media tip, 1 Ağustos 2001
Cheryll
Dybas, New Salamenders Turn up From DNA Analysıs, National Science
Foundation, Official New Media Tip, 1 Ağustos 2001
UBA'nın
Sitokrom-C ve Hemoglobin Yanılgısı
UBA'nın
kitapçığında, canlıların sitokrom-C ve hemoglobin gibi moleküllerinin
karşılaştırılması yoluyla elde edilen soy ağaçlarının evrim teorisine delil
sağladığı iddia edilmektedir. Bu iddiaya göre, canlı türlerinin bu tür
moleküllerinin amino asit dizilimleri arasındaki farklılıklar, bu canlıların
birbirlerinden evrimleştiklerini göstermektedir. Bu da tümüyle yanlış bir
iddiadır. Bazı türlerin sitokrom-c veya hemoglobin moleküllerinde bazı
benzerlikler bulunması, bu canlıların birbirlerinden evrimleştiklerine delil
olamaz.
Herşeyden
önce belirtmek gerekir ki, başka moleküller üzerinde yapılan kıyaslamalar az
önce incelediğimiz gibi, son derece farklı ve hiçbir evrim şemasına oturmayan
çelişkili sonuçlar vermektedir.
Biyokimyacıların,
sitokrom-C gibi bazı proteinler üzerinden yaptıkları kıyaslamaları bir tabloda
topladıklarında buldukları ise şudur: Türleri moleküler yapılarına göre
gruplara ayırmak mümkündür. Ve bu gruplar, karşılaştırmalı anatomi ile varılan
gruplarla uyuşmaktadır. Ancak, böyle bir protein atlasında ilginç olan, bu
grupların veya alt sınıfların her birinin diğerlerinden tamamen izole edilmiş,
tamamen ayrı olmasıdır. Gruplar arasında hiçbir geçiş veya ara sınıf
bulunmamaktadır, aynen fosil kayıtlarında veya günümüzdeki canlılar dünyasında
ara türler olmadığı, türlerin keskin hatlarla ayrıldığı gibi.
Avustralyalı
biyokimyacı Michael Denton, Dayhoff Atlas of Protein Structure and Function
gibi sitokrom farklılıklarını gösteren tabloların bu tür ara geçiş eksikliğini
çok belirgin şekilde ortaya koyduğuna dikkat çeker. 24
Bu
konuda dikkat çeken bir başka nokta ise şudur: Evrimcilere göre en ilkel
organizma hücre çekirdeği olmayan bakterilerdir. Hücresinde çekirdek olan daha
yüksek organizmalar, mayadan insana kadar, ökoryat olarak adlandırılır. Eğer
tüm ökaryotlar bakterilerden türediyse -ki evrimcilerin iddiası budur- o zaman
sitokrom-C gibi proteinlerde, kademe kademe farklılaşma görmeyi beklersiniz.
Ancak, bulduğunuz şudur: insandan kangruya, meyve sineğinden tavuğa,
ayçiçeğinden çıngıraklı yılana ve penguenlerden fırıncıların kullandığı mayaya
kadar tüm ana sınıfların sitokrom-c'leri, bakterilerin sitokrom-c moleküllerinden
aynı derecede farklılık göstermektedirler. (%65 ile %69 arasında değişen bir
farklılık vardır).
Michael
Denton bu konuda şu yorumu yapar:
İnsan, lampri
(emici bir su hayvanı), meyve sineği, buğday ve maya gibi farklı
organizmalardan alınan ökaryotik sitokromların hepsi, bu bakteriyal sitokromla,
yüzde altmış dört ila yüzde altmış yedi arasında bir dizilim uyuşmazlığı
sergilemektedir. Ökaryotik türlerin maya gibi tek hücreli organizmalardan,
memeliler gibi çok hücreli organizmalara kadarki müthiş varyasyonu göz önüne
alındığında ve ökaryotik sitokromların kendi aralarında yüzde kırk beşe kadar
çeşitlendiği değerlendirildiğinde, bunun modern bilimin en şaşırtıcı
bulgularından birisi olarak kabul edilmesi gerekir.26
Daha
da olağanüstü olan ise, evrimci şemanın en temel iddiası olan balıktan
amfibiyene, amfibiyenden sürüngene, sürüngenden memeliye geçiş iddiasının
biyokimyada hiçbir delil bulamamasıdır. Amfibiyenler, sürüngenler ve memeliler
gibi kara omurgalılarının protein farklılıkları, balıklarınki ile
karşılaştırıldığında, yine hepsi eşit derecede izole olmuş olarak çıkarlar.
Evrimsel diziden beklenen kademeli farklılaşma görülmemektedir.
Atlar,
tavşanlar, kurbağalar ve kaplumbağalar, sitokrom-c'leri açısından sazan
balığından %13 farklıdırlar. Denton, "Moleküler seviyede balıktan
amfibiyene, amfibiyenden sürüngene ve sürüngenden memelilere evrimsel geçişin
hiçbir izi yoktur. Örneğin, balıklarla diğer kara omurgalıları arasında ara
geçiş canlısı olarak görülen amfibiyenler, moleküler açıdan balıklardan diğer
sürüngenler ve memeliler kadar uzaktır." 27 demektedir.
Görüldüğü
gibi, UBA'nın moleküler biyolojiden evrim teorisine kanıt olarak gösterdiği
olguların tamamı birer yanılgıdır, veya evrimci bilim adamlarının kasıtlı
çarpıtmalarıdır.
Sözde Genlerin Evrim Teorisine
Delil Oluşturdukları Yanılgısı
UBA'nın
evrim teorisine moleküler biyolojiden delil olarak gösterdiği konulardan bir
diğeri ise işlevsel olmadıkları iddia edilen ve "sözde genler" (pseudogenes)
olarak adlandırılan DNA dizileridir. (Bilim ve Yaratılışçılık, s. 19)
Bilindiği
gibi bir canlının vücudundaki proteinler, genlerde kodlu olan bilgi
kullanılarak üretilir. Sözde genler ise, protein üretiminde veya bir başka
fonksiyonda rol oynamadıkları varsayılan, dolayısıyla "işlevsiz"
olarak kabul edilen DNA dizileridir.
Sözde
genler kavramı, aslında DNA'da işlevsiz kısımlar bulunduğunu iddia eden
"Junk DNA" (Hurda DNA) tezinin bir parçasıdır. Ancak bu tezin tümüyle
çürük olduğu, 1990'ların ikinci yarısından itibaren elde edilen bir dizi bulgu
ile ortaya çıkmıştır. Çünkü işlevsiz ("junk") olduğu iddia edilen DNA
dizilerinin hücre ve vücut için son derece önemli işlevler üstlendikleri bir
bir ortaya çıkmıştır. En son olarak 1992 yılı sonunda elde edilen bulgular, "Junk
DNA olarak tanımlanan genlerin, aslında vücudun genel yapısı ve diğer genlerin
ne zaman aktif veya pasif hale getirileceğinin bilgisi gibi son derece hayati
kodlar içerdiklerini ortaya koymuştur. Washington Post gazetesinin
yazdığına göre, "bilim adamları, yeni keşiflerin Junk DNA kavramının
tamamen terk edilmesine yol açmaya aday olduğunu" söylemektedirler. 28
Öte
yandan eğer gerçekten hücre içinde "sözde genler" (pseudogenes)
var olsa bile, bunların evrim teorisine kazandırdığı herhangi bir şey yoktur.
Evrimcilerin,
sözde genleri ortak bir atadan türeyişin delili olarak görmelerinin nedeni,
onları DNA'da mutasyonlar tarafından oluşturulan hatalar olarak düşünmeleridir.
Farklı canlı türlerinde benzer hataların meydana gelmesinin ise imkansız
olduğunu, dolayısıyla bu hataların evrim süreci boyunca yeni türlere
aktarıldığını öne sürmektedirler. Oysa bu iddiayı çürüten birçok delil
bulunmaktadır. Bunlardan bazıları şöyledir:
1. Bazı gen bölgeleri mutasyona daha
elverişlidir. Dolayısıyla farklı canlı türlerinde aynı gen bölgelerinin
mutasyona uğramış olması şaşırtıcı değildir ve ortak bir atadan türemeyi
gerektirmez.
2. Fonksiyonsuz olduğu iddia edilen
sözde genlerin fonksiyonları olduğuna dair deliller, başta belirttiğimiz gibi,
giderek artmaktadır.
3. Sözde genlere bağlı olarak kurulan
filogenetik ağaçlar hem kendi içlerinde hem de diğer filogenetik ağaçlarla
çelişkilidir.
1.
Mutasyona daha elverişli olan gen bölgeleri, evrimcilerin sözde genler
hakkındaki iddialarını geçersiz kılmaktadır
Birçok
gende ve sözde gende "popüler mutasyonel noktalar" bulunduğu tespit
edilmiştir.29 Bunun anlamı şudur: DNA dizilerinin bazı
bölgeleri, mutasyona uğramaya diğerlerine göre daha elverişlidir ve bunlar
organizma üzerinde etkisi olmayan mutasyonlardır. Dolayısıyla, farklı
canlıların DNA'sında bu bölgelerin mutasyona uğramış olması ve aynı
nükleotidlerin değişmesi olası bir durumdur. Sırf bu benzer mutasyonlar
dolayısıyla bu canlıların ortak bir atadan türediklerini iddia etmenin bir
mantığı yoktur.30
2.
Fonksiyonsuz olduğu iddia edilen sözde genlerin fonksiyonları olduğuna dair
deliller giderek artmaktadır
Evrimcilerin,
sözde genleri evrim teorisine delil olarak göstermelerinin nedeni, bu genlerin
işlevsiz olduklarını varsaymalarıdır. Ancak, başta da belirttiğimiz gibi işlevsiz
oldukları sanılan birçok sözde genin gerçekte işlevsel olduğu anlaşılmıştır. Bu
yöndeki deliller ise giderek artmaktadır. Ayrıca, bazı bilim adamlarının da
belirttiği gibi, herhangi bir deney ortamında bu DNA dizilerini protein
kodlarken gözlemlememiş olmak, onların böyle bir yetenekleri olmadığını
göstermemektedir. Nitekim, Leeds Üniversitesi Moleküler Tıp Bölümünden A. J.
Mighell bu konuda şöyle der:
Bu ve diğer
örneklerde bir genin kesin olarak sözde gen veya gen olup olmadığını söylemek
mümkün değildir. Böyle bir tespit için analizin uygun zaman ve yerde ve uygun
koşullarda yapılmamış olması mümkündür. 31
Zuckerkandl,
Latter ve Jurka ise, sözde genlerin işlevsiz oldukları iddiasının somut bir
gerçek gibi kabul edilmesini şöyle eleştirir:
Bazı yayınlarda,
protein ya da işlevsel RNA kopyaladıkları bilinmeyen DNA'dan, özellikle sözde
genlerden, sanki işlevsizlikleri ispatlanmış bir gerçekmiş gibi,
işlevsiz DNA olarak bahsedilmektedir.32
Nitekim
daha önceleri işlevsiz olarak kabul edilen ve en bilinen sözde gen gruplarından
biri olan Alu'nun gerçekte işlevsel olduğu yakın bir zaman önce
delillendirilmiştir.33 Ayrıca bazı sözde
genlerin DNA'yı tersine kopyalayan RNA ile birbirlerini etkiledikleri
düşünülmektedir.34 Bazı sözde genlerin ise, genetik çeşitlilik
oluşturmak için bilgi kaynağı olarak fonksiyon gösterdiklerine inanılmaktadır. 35
Sözde
gen dizilerinin bazı kısımlarının fonksiyonel genlere kopyalandıkları ve
fonksiyonel dizinin değişik biçimlerini ürettikleri düşünülmektedir. Bu olgu
birçok kereler rapor edilmiştir. Bazı örnekler arasında fındık faresi36 ve kuş37 immunoglobulinleri, fare histon genleri38, ve atların
globin genleri39,
ve insanın beta globin genleri40 bulunmaktadır.
Bazı
sözde genlerin ise gen tanzimi ile ilişkili olduğu gözlemlenmiştir.41 Bu tür bir rol, düzenleyici protein için
rekabet, sinyal RNA moleküllerinin ve diğer mekanizmaların üretimini
içerebilir. 42
Tüm
bu örnekler, canlılarda "sözde genler" bulunduğu iddiasını çürütmek
için yeterlidir. Sözde genler konusunda, birçok delil birikmeye başlamıştır ve
bu, sözde genlerin yararsız oldukları iddiasının güvenilir olmadığını
göstermektedir.
Bilindiği
gibi, evrimciler 19. yüzyılda yüzlerce maddeden oluşan körelmiş organlar
listesi çıkarmışlar, insan vücudunda evrim süreci içinde işlevini yitirmiş
appendiks (apandisit), kuyruk sokumu gibi körelmiş organlar olduğunu iddia
etmişlerdi. Oysa, 20. yüzyılda gelişen bilim ve teknolojik imkanlar sayesinde
bu liste giderek küçülmüş, işlevsiz olduğu sanılan organların yaşam için
oldukça önemli özelliklere sahip oldukları anlaşılmıştı. Görünen o ki, aynı
süreç sözde genler için yaşanmaktadır ve evrimcilerin umut bağladıkları sözde
delillerden biri daha yok olmaktadır.
3.
Sözde genlere bağlı olarak kurulan filogenetik ağaçlar hem kendi içlerinde hem
de diğer filogenetik ağaçlarla çelişkilidir
Öte
yandan evrimcilerin sözde genler üzerine kurdukları evrim ağaçları da, hem
kendi içlerinde hem de diğer evrim ağaçları ile oldukça çelişkilidir. Örneğin,
Ulusal Bilimler Akademisi'nin kendi yayını olan PNAS'ta yayınlanan, M.
Collard ve Bernard Wood'un, "How Reliable are Human Phylogenetic
Hypotheses?" (İnsan Filogenetik Hipotezleri Ne Kadar Güvenilirdir?)
başlıklı makalelerinde belirttikleri gibi sözde genler üzerine kurulan evrim
ağacına göre, insanlar tarih sahnesine şempanze ve gorillerden önce
çıkmışlardır. Oysa evrimcilerin kendi iddialarına göre, şempanze ve goril
insanlardan önce evrimleşmişlerdir.43
Elbette
ki bu tür tutarsızlıklar sadece insan-şempanze ve goril üçlüsü arasında yapılan
kıyaslamalara özgü değildir. Örneğin beta globin molekülü ile ilgili veriler,
morfolojik verilerle karşılaştırılarak genel bir primat filogenisi (evrim
ağacı) inşa edilmek istenmiştir. Ancak iki verinin birbiriyle çelişkili olduğu
görülmüştür.44 Bir başka çalışmada, Alu dizileri, cadı
makileri (cüce bir maymun türü) "hominid"lerin (ve insanın) kardeş
grubu olarak çıkarmıştır.45 Ancak bu sonuç, cadı
makiyi primat filogenisinde başka yerlere yerleştiren verilerle çelişmektedir.
Benzer sözde genlerin birbirine evrimsel açıdan uzak olarak kabul edilen
filumlarda bulunması da evrimcilerin açıklayamadıkları bir durumdur.46 Bunun yeni bir örneği, oldukça şaşırtıcı bir
buluş olan SINE dizileridir. Bu sözde gen dizileri, alabalık türleri47,
kemirgenler ve mürekkep balığı 48 gibi
birbirlerinden evrimsel açıdan oldukça uzak canlılar arasında dahi
paylaşılmaktadır.
Diğer
moleküller üzerinde yapılan filogenetik ağaçlarda görülen çelişkiler, sözde
genler kullanılarak inşa edilen evrimsel ağaçlarda da görülmektedir. Tüm bu
veriler, sözde genlerin ortak bir atadan türeyişin delilleri olmadığının
görülmesi açısından yeterlidir.49
Moleküler Saat Yanılgısı ve
Bir Kısır Döngü Mantık Daha
UBA'nın
evrim teorisine delil olarak gösterdiği konulardan bir diğeri de "moleküler
saat" tezidir. (Bilim ve Yaratılışçılık, s. 19) Moleküler saat tezi
1970'lerin ortalarında ileri sürüldü. Bu tez, birbiriyle evrimsel akraba
sayılan canlı türleri arasındaki genetik farklılığın, bu canlı türlerinin fosil
kayıtlarından tespit edilen "ayrışma" süreleri ile kıyaslanmasıyla
belirli bir "evrim hızı" hesaplanabileceğini varsayıyordu. Örneğin
tüm memelilerin ortak bir atadan evrimleştiği varsayılırsa, at ile kangurunun
ortak atasının 70 milyon yıl kadar önce yaşadığı varsayılıyor, sonra bu iki
canlı arasındaki genetik farklılık 70 milyon yıla bölünerek zaman içindeki
"evrimleşme hızı" tespit ediliyordu.
Buna
göre, bir genin veya bir proteinin ortalama evrimleşme hızı "moleküler
saat" olarak adlandırılır. Evrimciler, moleküler saatin canlılar arasındaki
evrimsel ilişkiyi ortaya koyduğunu, türlerin birbirlerinden ne zaman ayrılmaya
başladıklarını ve tüm olayların gerçek zaman dizinlerini saptamada yardımcı
olduğunu öne sürmektedirler.
Ancak,
ilk ortaya atıldığında evrimciler tarafından büyük bir heyecanla benimsenen ve
Yaratılışçılara karşı büyük bir koz olarak görülen bu tezin, evrimcilerin
elindeki tüm verilerle, özellikle moleküler evrim teorileri ve paleontolojik
bulgular ile çeliştiği kısa süre içinde ortaya çıkmıştır.
Moleküler
saat kullanılarak elde edilen veriler ve kurulan soy ağaçları fosil kayıtları
ile büyük bir tutarsızlık gösterir. Örneğin antropologlar, fosil kayıtlarına
dayanarak maymun ve insan nesillerinin en az 15 milyon yıl önce birbirlerinden
ayrıldıklarını öngörmektedirler, ancak "moleküler saat" tezi uyarınca
bu ayrılmanın 5 ile 10 milyon yıl öncesi bir dönemde meydana gelmesi gerekmektedir.50
Daha
yakın dönemlerde, sadece anneden kız çocuğuna geçen mitokondriyal DNA üzerinde
yapılan analizler sonucunda günümüz insanının 200.000 yıldan daha kısa bir süre
önce Afrika'da yaşayan bir kadının torunları olduğu öne sürülmüştü. Ancak
antropologlar bu sonucu kabul etmediler, çünkü bu durumda 200.000 yıldan daha
yaşlı tüm Homo erectus ve sonrası fosilleri yok saymak durumunda
kalacaklardı. 51
Moleküler
saat yönteminin güvenilir olmadığının en açık göstergelerinden biri ise, 1996
yılında Science dergisinde yayınlanan bir makalede aktarılmaktadır. Söz
konusu makalede biyokimyacı Russell Doolittle ve ekibinin, moleküler saat
yöntemi ile çekirdekli tek hücreli canlıların (ökaryotların) bakteri gibi
çekirdeksiz canlılardan (prokaryotlardan) 2 milyar yıl önce ayrıldıklarını öne
sürdüğü belirtilmektedir. Ancak evrimci mikrobiyolog Norman Pace ise farklı bir
saat kullanarak aynı olayın 4 milyar yıl önce gerçekleştiğini öne sürmüştür.
(Oysa yeryüzündeki yaşamın 3.7 milyar yıldan daha geriye gitmediği kabul
edilmektedir.) Mikrofosil uzmanı William Schopf ise, her iki sonucu da
reddetmiş ve en eski bakteri fosillerinin Doolitle'ın verdiği tarihten 1.5
milyar yıl önce bulunduğunu iddia etmiştir. Doolitle ise onun bu iddiasına
karşı, bu fosillerin gerçek olup olmadıklarının şüpheli olduğunu belirtmiştir. 52 Görüldüğü gibi moleküler saat kullanılarak
elde edilen veriler hem kendi içlerinde hem de fosil kayıtları ile açıkça
çelişmektedirler.
Biyokimyager
Schwabe ve Warr da, yaptıkları relaxin (hamileliğin son günlerinde salgılanan
bir hormon) analizlerinin "evrimsel saat modeli"ne uymadığını
belirtmektedirler. 53
Araştırmacılar
Vawter ve Brown tarafından yapılan DNA analizleri ise evrimcilerin
beklentilerinin tamamen dışında sonuçlar vermiştir ve bu nedenle bu
araştırmacılar moleküler saat hipotezinin tamamen terk edilmesi için çağrıda
bulunmaktadırlar:
Mitokondriyal
DNA ve çekirdeğe ait DNA sapmalarının göreceli oranlarındaki uyuşmazlık,
mitokondriyal DNA ve çekirdeğe ait DNA'nın ait oldukları genomların işlediği
denetimler ve sınırlamaların birbirinden bağımsız olarak evrimleştiklerini
ortaya koyar ve fosil tarihlendirmesinden bağımsız, DNA evriminin genelleştirilmiş
moleküler saat hipotezinin, reddedilmesi adına sağlam bir delil sağlar. 54
Moleküler
saate göre elde edilen sonuçların güvenilir olmadığını, görüldüğü gibi evrimci
araştırmacılar da kabul etmektedirler.
Moleküler
saat tezinin güvenilir bulunmamasının bir başka nedeni ise, canlı türlerinin
birbirlerine moleküler açıdan uzaklıklarını ölçmek için kullanılan tekniklerin
yetersiz olmasıdır. İsveç Doğa Tarihi Müzesi'nden Prof. Dr. James S. Farris
bunu şöyle açıklar:
Öyle görünüyorki
çıkartılabilecek tek genel sonuç moleküler uzaklık verisinin analizi için
kullanılan mevcut tekniklerin, hiçbir şeyinin tatmin edici olmadığıdır...
Bilinen genetik
uzaklık ölçütlerinin hiçbiri mantıklı savunması yapılabilecek bir metod
sağlayamaz ve elektroforetik verinin analiz edilmesi için tamamen farklı
yaklaşımların benimsenmesi gerekli görülmektedir...55
Farris'in
söz konusu tekniklere getirdiği eleştiriler itibar görmektedir, çünkü moleküler
uzaklığı ölçmek için en çok kullanılan tekniklerden birini kendisi geliştirmiştir.
Münih
Teknik Üniversitesi Mikrobiyoloji Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Siegfried Scherer
ise moleküler saat tezinin geçersizliğini şöyle vurgular:
Genellikle
deneysel biyolojide uygulanan kuvvetli talepler göz önüne alındığında,
(moleküler saat) konseptinin neden bu kadar uzun bir süre varlığını devam
ettirdiğini anlamak güçtür. Ne filogenetik ayırımların tarihinin saptanması
için bir gereç ne de herhangi bir belirli filogenetik hipotez için güvenilir
destekleyici bir delil olarak kullanılabilir... Protein dizilimleri konusunda
güvenilir bir moleküler saat var olmamış görünmektedir... Moleküler saat
hipotezinin reddedilmesi gerektiği sonucuna varılmıştır.56
Kısacası,
evrimcilerin "moleküler saat"i çalışmamaktadır. Denton'a göre
moleküler saat kavramı "durumu kurtarmaya yönelik bir totolojiden"
ibarettir. Denton, evrim teorisini bu konuda şöyle eleştirmektedir:
Evrimsel
paradigmanın ön yargılı davranışı öylesine güçlüdür ki, ciddi bir yirminci
yüzyıl bilimsel teorisinden çok orta çağa ait bir astroloji prensibine benzeyen
bir düşünce, evrimsel biyologlar için bir gerçeklik haline gelmiştir. 57
Her
ne kadar moleküler saat kavramı, olağanüstü bilimsel ve teknik bir görünüm
sunsa da, gerçekte Denton'ın da belirttiği gibi kısır döngü bir mantığın
ürünüdür ve hiçbir şeyi açıklamaz. Çünkü moleküler saati kurabilmek için, önce
canlıların ortak bir atadan türedikleri iddiasını kabul etmek gerekir.
Evrimciler önce bu ön kabul ile moleküler saati kurmakta, sonra da UBA
yazarlarının yaptıkları gibi bu saati ortak bir atadan türeyişin delili gibi
göstermektedirler. Philip Johnson evrimcilerin bu son derece bilimsel (!)
görünümlü ama gerçekte içi boş tez ile insanları nasıl etkilemeye
çalıştıklarını şöyle açıklar:
Darwinciler
düzenli olarak moleküler saat bulgularının "evrimin bir gerçek
olduğunun" tartışılamaz kanıtı olduğundan bahsederler. Saat tam da bilim
adamı olmayanların gözünü korkutacak türden bir şeydir: ürkütücü şekilde
tekniktir, sihir gibi işler ve etkileyici şekilde kesin sayısal değerler verir.
Darwin tarafından, hatta Neo-Darwinist sentezin kurucuları tarafından bile
bilinmeyen bir bilim dalından gelmektedir ve bilim adamları, (moleküler saatin)
onların bize bunca zamandır söylediklerini bağımsız bir şekilde onaylar
nitelikte olduğunu söylemektedirler.58
Johnson'ın
da belirttiği gibi, moleküler saat tezi ile ilgili insanlarda büyü etkisi
yapan, karmaşık görünümlü hesaplar, insanların bu tezin olağanüstü gerçekleri
açıklayan, bilimsel bir tez olduğuna inanmasını sağlar. Oysa, yukarıda da
açıklandığı gibi, moleküler saat kavramı kısır döngü içindeki bir mantığın
içine yerleştirilmiştir; evrim teorisine delil sağlamak gibi bir özelliği
bulunmamaktadır. UBA yazarları, kitapçık boyunca sürdürdükleri "Belki
inanırlar" mantığını bu bölümde de sürdürmüş, "sözde delilleri"
art arda sıralamışlardır.
Balinalar ve Su Aygırları Arasında
Kurulmaya Çalışılan Evrimsel Akrabalık
"Moleküler
Biyolojiden Gelen Yeni Kanıtlar" bölümünün en sonunda, bilimsel verilere
aykırı bir iddia daha öne sürülmektedir. UBA, bazı süt proteinleri arasında
yapılan karşılaştırmaların balinaların kökeninin su aygırları olduğunu
gösterdiğini ve bunun fosil kayıtlarınca da desteklenen sonuç olduğunu iddia
etmektedir. Oysa, söz konusu araştırmanın sahipleri ve balinaların kökenini
inceleyen bilim adamları UBA ile tamamen farklı görüşlere sahiptirler. Bu
araştırmayı yürüten Tokyo Teknoloji Enstitüsü'nden bilim adamları, 14 Ağustos
1997 tarihli Nature dergisinde yayınlanan raporlarının sonunda
balinaların kökeninin su aygırları olduğu tezinin fosil kayıtlarına ve
morfolojik karşılaştırmalara uygun düşmediğini şöyle kabul etmişlerdir:
Geriye dönük
konumsal analizlerimizin sonuçları daha önceki morfolojik temelli
hipotezlerle çelişmektedir. Paleontolojik ve morfolojik veriler modern
balinanın kökeninin ilk olarak erken dönem Eosen (üçüncü çağa ait en eski
tabaka) çağında ortaya çıkan, Archaeocetes'den (eski balinalardan) geldiğini
ileri sürer. Archaeoceteslerin Eosen'den önce ortaya çıkan mesonychians'dan
(bir kara memelisi grubundan) geldiğine inanılır. Ancak, en ilkel Artiodactyl
(her bir ayağında çift sayılı işlevsel parmaklı toynakları olan plasentalı
memeli)ler (Dichobunids) ilk olarak erken Eosen'de ortaya çıkmıştır ve
Artiodactyl'lerin neredeyse tüm familyaları geriye doğru yalnızca orta ya da
son dönem Eosen'e kadar izlenebilmektedir. Bu hayvanların bu tipteki ortaya
çıkma dizilimleri bizim moleküler verilerimizle tutarlı değildir... Yeni
elde edilen moleküler verilerin, paleontologları Artiodactyl'in birçok fosil
kaydını bizim sonuçlarımıza uyacak şekilde yeniden yorumlamaya yönlendireceğine
inanıyoruz. O zaman fosil kayıtlarındaki büyük boşluklar kadar büyük çapta
morfolojik geri dönüşlerin ve yakınsaklıkların onaylanması gerekecektir.59
Brüksel
Üniversitesi, Moleküler Biyoloji Bölümünden Michel C. Milinkovitch ve
Northeastern Ohio Üniversitesi Tıp Fakültesinden J. G. M. Thewissen, Japon
araştırmacıların bulguları üzerine yine Nature dergisinin aynı sayısında
(UBA'nın iddiasının aksine) balinaların kökeni konusundaki moleküler analizler
ile morfolojik ve paleontolojk yorumların çeliştiğini yazmışlardır:
Shimamura ve
arkadaşlarının bu sayının 666. sayfasında anlatılan moleküler analizleri,
filogenetik dogmayı daha fazla bozmaktadır. Gerçekten de yazarlar
Artiodactyller ve balinalar arasındaki yakın ilişkiyi teyid etmekle kalmaz,
balinaların Artiodactyl'lerin filogenetik ağaçlarının içinde derinlere
yerleştiğini ileri sürerler. Bu sonuçlar mevcut morfolojik verilerin yaygın
yorumuyla (ortiodactyl monofili) şaşırtıcı şekilde çelişmektedir ve, eğer
doğruysa, bir inek ya da hipopotamı bir yunus ya da balinaya, bir domuz ya da
deveden daha yakından ilişkili hale getirecektir. 60
Bu
bilim adamları ayrıca, konunun hala tartışmalı olduğunu belirtmekte ve şöyle
demektedirler:
Ancak konu halen
çelişkilidir çünkü hangi moleküler dizi verisinin hangi yöntemlerle analiz
edileceği konusu hala tartışmalıdır. 61
Diğer
moleküller üzerinde yapılan analizler de benzer şekilde çelişkili sonuçlar
vermiştir. Zoolog John Gatesy, deniz memelilerinin kan pıhtılaşma proteini
üzerinde yapılan analizlerin, balinalarla su aygırları arasında evrimsel bir
bağ olduğunu gösterdiğini ancak bunların paleontolojik bulgularla çeliştiğini
belirtmektedir.62
Görüldüğü
gibi, araştırmaların asıl sahibi olan bilim adamları, deniz memelilerinin
kökenini bulmak için yapılan moleküler karşılaştırmaların paleontolojik ve
morfolojik verilerle çelişkili olduğunu açıkça belirtmektedirler. UBA ise, bu
gerçekler açıkça bilinmesine rağmen, tam aksi görüş bildirmektedir. Bunun bilgi
eksikliği olmadığı ise ortadadır, çünkü UBA dünyanın en önde gelen bilim
kuruluşu olma iddiasındadır. Görünen o ki, UBA kasıtlı olarak, konu hakkında
bilgisi olmayan, okuduklarını araştırma ihtiyaç veya imkanı bulunmayan okuyucuları
evrime ikna etmek için bu tür asılsız iddialarda bulunmaktadır. Balinaların
kökeni konusundaki evrimci tezlerin geçersizliğini, daha önceki "National
Geographic'ten Yeni Bir Balina Masalı" başlıklı bir makalemizde de
kapsamlı olarak incelemiştik. Burada detaylı olarak açıkladığımız gibi,
balinaların kara memelilerinden evrimleştiği tezi, hiç bir bilimsel dayanağı
olmayan bir hikayeden ibarettir. Balinaların karasal ataları olarak öne sürülen
Pakicetus ve Ambulocetus gibi soyu tükenmiş kara memelileri ile
bilinen en eski balinalar arasında çok büyük morfolojik farklar vardır. Öte
yandan "balina evrimi" için evrimciler tarafından öne sürülen
"adaptasyon süreçleri", Lamarkçı mantıklara dayalı, bilim dışı
senaryolardan ibarettir.
Deniz
memelileri, son derece özgün yapılara sahip canlılardır. Bu canlıların rastgele
mutasyonların sağlayacağı morfolojik bozukluklar sonucunda karadan deniz
ortamına geçiş için gerekli onlarca farklı adaptasyonu yaşadıklarını iddia
etmek, evrim teorisi için başlıbaşına bir sorundur, çünkü evrim teorisi böyle
bir geçişin nasıl gerçekleştiğini kesinlikle açıklayamaz. Evrimci bilim yazarı
Francis Hitching yıllar önceki bir kitabında bu konu hakkında şunları
söylemiştir:
Darwincilerin
problemi dinozorlarla yanyana yaşayan ve onlar tarafından baskılanan, küçük ve
ilkel, karaya bağlı bir memeliyi, memelilerin daha önceleri bilmedikleri çok
büyük bir ortam olan, okyanusların derinlerinde yüzebilecek şekilde özel olarak
şekillendirilen kocaman bir hayvana dönüştürmek için gereken çok sayıdaki
adaptasyon ve mutasyonlar için bir açıklama bulmaya çalışmaktır... Bütün
bunların en çok beş ila on milyon yıl içerisinde -ilk yürüyen maymun
türlerinden bize kadar göreceli olarak çok daha önemsiz bir evrimle yaklaşık
aynı zaman içerisinde- evrimleşmiş olması gerekmektedir.64
Böyle
bir geçiş yaşadığı öne sürülen canlı, ara geçiş aşamasında hem denizde hem de
karada dezavantajlı hale gelecek ve elenecektir. UBA'nın deniz memelilerinin
kökeni ve moleküler karşılaştırmalar konusundaki iddiaları, tamamen spekülasyona
dayalıdır, bilimsel ve akılcı olmaktan çok uzaktır.
Sonuç
Evrim
teorisinin yeryüzündeki tüm farklı canlı kategorilerinin tek bir ortak atadan,
rastlantısal mutasyonlar ve doğal seleksiyon yoluyla türediği iddiası moleküler
biyolojide hiçbir delil bulamamaktadır. Evrimsel diziden beklenen kademeli
farklılaşma, ne fosil kayıtlarında ne de moleküler analizlerde görülmemektedir.
Michael
Denton moleküler biyoloji alanında elde edilen bulgulara dayanarak şu yorumu
yapar:
Moleküler
düzeyde, her canlı sınıfı, özgün, farklı ve diğerleriyle bağlantısızdır.
Dolayısıyla moleküller, aynı fosiller gibi, evrimci biyoloji tarafından uzun
zamandır aranan teorik ara geçişlerin olmadığını göstermiştir... Moleküler düzeyde hiçbir organizma bir diğerinin
"atası" değildir, diğerinden daha "ilkel" ya da
"gelişmiş" de değildir... Eğer bu moleküler kanıtlar
bundan bir asır önce var olsaydı... organik evrim düşüncesi hiçbir zaman kabul
görmeyebilirdi.65
UBA'NIN İTİRAFLARI
UBA her ne kadar, Bilim ve
Yaratılışçılık adlı kitapçıkta, evrim teorisini gözü kapalı savunmuş ve
evrim teorisinin bilimin ilgili tüm alanlarında kesin delillere sahip olduğunu
öne sürmüşse de, PNAS (Proceedings of the National Academy of Sciences)
isimli yayınında evrim teorisi ile ilgili bazı çelişkileri itiraf etmiştir. PNAS'ta
25 Nisan 2000 tarihinde yayınlanan "The New Animal Phylogeny: Reliability
and Implications" (Yeni Hayvan Sınıflaması: Güvenilirliği ve Anlamları) bu
itiraf dolu makalelerden biridir.
Fransa
Ulusal Bilimsel Araştırmalar Merkezinden bilim adamlarının hazırladıkları
makalede, evrimsel soy ağaçlarının ne kadar güvenilmez ve birbirleriyle
çelişkili olduğu belirtilmekte ve yeni teoriler üretilmesi gerektiği
belirtilmektedir. Söz konusu makalede yer alan bazı ifadeler şöyledir:
DNA dizilerinin analizleri, evrimsel soy
ağaçların yeniden yorumlanmalarını gerektirmektedir. Bir zamanlar, Metazoan
(çok hücreli hayvanlar) soy ağacının tabanında yer alan ve birbirini takip eden
komplekslik derecelerini temsil ettiği düşünülen sınıflar şu anda soy ağacında
çok daha yüksek yerlere doğru yer değiştirmektedirler. Bu gelişme hiçbir
evrimsel "ara form" bırakmamakta ve bizi simetrik kompleksiliğin
başlangıcını tekrar düşünmeye zorlamaktadır.
Hepsinden kötüsü, genellikle üzerinde
yeterli kritik değerlendirme yapılmayan birbiri ile çelişkili birçok ağaç
ortaya çıkıp duruyor.
Atasal bağlantıların birbirinden böyle
aniden ayrılışı, evrim sürecinde çok sık meydana gelmiş görünüyor. Bu olay,
büyük miktarlardaki dizi verilerine rağmen ayrılma sıralarını yeniden
yapılandırmayı zorlaştırmaktadır.
Yeni moleküler tabanlı sınıflandırmanın
birçok önemli sonucu bulunmaktadır. Bunların arasında en önemlisi, süngerler,
deniz anaları, deniz tarakları ile simetriklerin son ortak atası olan Urbilateria
arasındaki "ara" sınıfların ortadan kaybolmasıdır.
Sonuç olarak, Urbilateria'ya
giden kökte büyük bir boşluğa sahibiz. Eski evrimsel mantıkta yaygın olan,
mevcut "ilkel" dalların anatomisine dayalı olarak, birbirini takip
eden artan komplekslik derecelerini içeren bir senaryo ile coelomate
(karın boşluklu canlıların genel ismi) atanın morfolojisini yeniden inşa etmek
hususunda umudumuzu yitirmiş bulunuyoruz.1
1 Proceedings of National Academy of
Sciences, 25 Nisan 2000, cilt 97, no:9, s. 4453-4456, The New Animal
Phylogeny: Reliability and Implications)
UBA'NIN
İNSANIN EVRİMİ YANILGISI
Şüphesiz evrim teorisinin en
tartışmalı konularından biri, insanın evrimi senaryosudur. UBA'ya göre,
"primatlar ve insan arasındaki evrimsel ilişkilerin yakınlığı konusunda
ciddi bir bilimsel şüphe bulunmamaktadır". (Bilim ve Yaratılışçılık,
s. 23) Oysa, özellikle son yıllarda elde edilen bulgular ve ortaya çıkarılan
fosiller insanın maymunlarla ortak bir atadan evrimleştiği iddiasının bilimsel
bir delile dayanmadığını göstermektedir. Evrimci bilim adamları dahi, insanın
evrimi konusunun içinden çıkılmaz büyük bir probleme dönüştüğünü itiraf
etmektedirler. UBA'nın insanın hayali evrimi hakkındaki iddiaları, hiçbir
bilimsel delil ile desteklenmemektedir. Şimdi bu iddiaları ve cevaplarını
sırasıyla inceleyelim.
İnsanın Sözde Evrimini Kanıtlayan
Ara Geçiş Formları Olduğu İddiası
Doğru Değildir
UBA,
kitap boyunca sürdürdüğü kendinden emin, ancak delilsiz üslubu insanın sözde
evrimi ile ilgili bölümde de sürdürmüş ve insanın evrimini kanıtlayan birçok
ara geçiş formuna ait fosil olduğunu ileri sürmüştür. Ancak, evrimciler de
kabul etmektedir ki, bu iddia gerçekleri yansıtmamaktadır. Türkiye'deki
evrimcilerin yakından tanıdıkları, İngiliz Doğa Tarihi Müzesi Paleontoloji
Bölümünden Prof. Peter Andrews'un Nature dergisinde yayınlanan bir
makalesinde itiraf ettiği gibi, insanımsıların fosil kayıtlarındaki eksikliği,
evrimciler için hayal kırıklığına neden olan bir engeldir. 1
Dünyanın
en önde gelen evrimci yayınlarından biri olan Nature dergisinde dahi,
evrim teorisinin, insanın kökeni konusundaki çıkmazları itiraf edilmiştir.
Derginin editörü Henry Gee, 12 Temmuz 2001 tarihli Nature'da yayınlanan
makalesinde, evrimciler tarafından insanın ataları olduğu iddia edilen hominid
(insansı) fosillerinin, ilkelden gelişmişe doğru bir sırayı takip etmediğini,
aksine kayıtlarda bu fosillerin bir anda ortaya çıktığını belirtmektedir. Makalede,
evrim teorisinin 150 yıldır umulan kanıtı olan "ara formların" var
olmadığı, farklı türlerin hep aniden ortaya çıktığı şöyle bir benzetmeyle
açıklanmaktadır:
Hominid
fosillerinin keşfi, yolcu otobüslerine benziyor. Bir süre için hiçbiri yokken,
aynı anda 3 tanesi birden ortaya çıkıveriyor.2
Henry
Gee, yapılan tüm paleontolojik kazılara rağmen, şempanze ve insan bağlantısını
gösterecek hiçbir fosil bulunmadığını da şöyle itiraf etmektedir:
Hominid
fosillerinin çok nadir olduğu konusu çok ünlü bir gerçektir, şempanze
bağlantısı ise nedense hiçbir fosil kaydına sahip değildir.3
Bu tür itiraflar konusunda Henry Gee yalnız
değildir. Örneğin George Washington Üniversitesinden Profesör Bernard Wood da, Nature
dergisindeki bir makalesinde, insanın evrimsel kökeni ile ilgili taksonomik ve
filogenetik ilişkilerin karanlıkta kaldığını belirtmekte ve şöyle demektedir:
Bizim kendi
genusumuzun, yani Homo'nun bilinen en eski temsilcilerinin taksonomisinin ve
filogenetik (evrimsel akrabalık) ilişkilerinin karanlıkta olması dikkat çekici
bir durumdur. Mutlak tarihlendirme tekniklerindeki gelişmeler ve fosillerin
yeniden yorumlanması, basit, çizgisel bir insan evrimi modelini savunulamaz
hale getirmiştir ki bu modelde Homo habilis Australopithecuslardan sonra
gelir ve sonra da Homo erectus aracılığıyla Homo sapiens'e
evrimleşir. Ama, (bu modele karşılık) herhangi bir alternatif ortak görüş de
ortaya çıkmış değildir.4
Kısacası
Australopithecus'tan insana giden klasik evrim şemasının bilimsel
bulgulara uymadığı ortaya çıkmıştır, ama başka bir evrim modeli de öne
sürülememektedir. Evrim teorisi, insanın kökeni konusunda da, Michael Denton'ın
ifadesiyle "kriz içinde"dir.
Time dergisinin 1994
yılındaki bir sayısında ise, fosil kayıtlarının evrim teorisini nasıl bir
çıkmaz içinde bıraktığı çok açık bir şekilde belirtilmektedir:
Ancak, bir
asırdan fazla sürelik kazılara rağmen, fosil kayıtları çıldırtırcasına eksik
kalmaya devam eder. Çok az sayıdaki ipucu ile, hatta resme uymayan tek bir
kemik bile herşeyi alt üst edebilir. Neredeyse her büyük buluş geleneksel
anlayışta derin çatlaklar açmış ve bilim adamlarını ateşli tartışmalar
ortasında yeni teoriler üretmeye zorlamıştır"5
Görüldüğü gibi, evrimci bilim adamları ve
yayınlar dahi fosil kayıtlarının insanın evrimi iddiası için bir kanıt
sağlamadığını kabul etmektedirler. UBA ise yayınladığı kitapçıkta tüm bu
gerçekleri görmezden gelerek delilsiz iddialar sıralamıştır.
UBA'nın Australopithecus
Hakkındaki Yanılgıları
UBA,
insanın evrimi bölümünde en çok Australopithecuslara yer vermekte, bu
canlıların yarı insan yarı maymun özellikler gösteren ara geçiş formları
olduğunu öne sürmektedir. Oysa, kuyruksuz maymunun latince karşılığı olan
"-pithecus" eki ile isimlendirilen bu canlılar, aslında soyu
tükenmiş bir maymun cinsidir ve insanın evrimi için hiçbir delil teşkil
etmezler. Gerçekte Australopithecus şempanzelere çok benzer. Örneğin en
ünlü Australopithecus örneği olan Lucy'nin (Australopithecus
afarensis) şempanzelerle aynı büyüklükte bir beyni vardır, kaburgaları ve
çene kemiği günümüz şempanzeleriyle aynı şekildedir, kolları ve bacakları
canlının bir şempanze gibi yürüdüğünü göstermektedir. Hatta leğen kemiği de
şempanzelerinki gibidir. 6
Bu
konudaki evrimci iddia ise, Australopithecus'ların, tam bir maymun
anatomisine sahip olmalarına rağmen, diğer tüm maymunların aksine, insanlar
gibi dik olarak yürüdükleri tezidir.
Söz
konusu "dik yürüme" iddiası, Richard Leakey, Donald Johanson
gibi evrimci paleoantropologların on yıllardır savundukları bir görüştür. Ama
pek çok bilim adamı, Australopithecus'un iskelet yapısı üzerinde sayısız
araştırma yapmış ve bu iddianın geçersizliğini ortaya koymuştur. İngiltere ve
ABD'den dünyaca ünlü iki anatomist, Lord Solly Zuckerman ve Prof. Charles
Oxnard'ın, Australopithecus örnekleri üzerinde yaptıkları çok geniş
kapsamlı çalışmalar bu canlıların iki ayaklı olmadıklarını, günümüz
maymunlarınınkiyle aynı hareket şekline sahip olduklarını göstermiştir. İngiliz
hükümetinin desteğiyle, beş uzmandan oluşan bir ekiple bu canlıların kemiklerini
on beş yıl boyunca inceleyen Lord Zuckerman, kendisi de evrim teorisini
benimsemesine rağmen, Australopithecusların sadece sıradan bir maymun
türü oldukları ve kesinlikle dik yürümedikleri sonucuna varmıştır.7 Bu konudaki araştırmalarıyla ünlü diğer evrimci
anatomist Charles E. Oxnard da Australopithecus'un iskelet yapılarını
günümüz orangutanlarınınkine benzetmektedir.8
Evrimcilerin
iki ayaklılık konusunda özellikle dikkat ettikleri nokta, "taşıyıcı
açı" olarak adlandırılan, kalça ve kaval kemiklerinin dizdeki karşılaşma
açısıdır. İnsanlar yürürken ağırlıklarını ayakları üzerinde taşıyabilirler,
çünkü kalça kemikleri, kaval kemiğiyle yaklaşık 9 derecelik bir taşıyıcı açı
ile dizde birbirine yaklaşır. Şempanze ve gorillerin ise, bunun aksine
neredeyse 0 derecelik bir taşıyıcı açıya sahip geniş alana yayılmış bacakları
vardır. Bu hayvanlar, ancak bedenlerini bir taraftan diğerine doğru, bildik
"maymun yürüyüşü"yle salınarak yürüdüklerinde ağırlıklarını ayakları
üzerinde tutmayı başarırlar. Evrimciler, yüksek taşıyıcı açıya sahip (insan
benzeri) fosil maymunların iki ayaklı olduklarını ve böylelikle insanlara doğru
evrimleştiklerini varsayarlar. Güney Afrikalı Australopithecus türleri
(Lucy gibi) büyük ölçüde 15 derecelik taşıyıcı açıya sahip olmaları nedeniyle
insanın atası olarak değerlendirilirler. Ancak birçok evrimci artık bu taşıyıcı
açının aslında Australopithecus türünün usta ağaç tırmanıcıları olduğunu
gösterdiğini kabul etmektedir. Nitekim yaşayan primatlar arasında en yüksek
taşıyıcı açı, her ikisi de fevkalade usta ağaç tırmanıcıları olan orangutan ve
örümcek maymununda bulunur. Diğer bir deyişle, evrimcilerin iki ayaklılığa
delil olarak sundukları anatomik özelliğe, ağaçlarda yaşayan günümüz maymunları
sahiptir; ancak hiç kimse bu hayvanların insanın ataları olduğunu öne
sürmemektedir.
Lucy'nin
diz ekleminin durumundan ayrı olarak, kanıtlar, bu canlının, yaşayan
maymunların ayırdedici bir özelliği olan boğum yürüyüşlü (knuckle-walker: ayak
eklemleriyle yürüyen dört ayaklı hayvan) morfolojisine sahip olduğunu da
göstermektedir. Richmond ve Strait yaşayan boğum yürüyüşlü (knuckle walker)
maymunlar, şempanzeler ve gorillerin dört iskelet özelliğini tanımlamışlardır.
Lucy ve insanımsı olduğu iddia edilen başka fosiller üzerinde de incelemeler
yapan iki araştırmacı, Lucy'nin boğum yürüyüşlü maymunların sahip oldukları
iskelet yapısına sahip olduğunu belirtmişlerdir.9
Görüldüğü
gibi, Australopithecus üzerinde yapılan detaylı incelemeler, bu
canlıların dik duran ve iki ayak üzerinde yürüyen canlılar olmadıklarını,
aksine günümüz şempanze ve gorillerinde de görülen diz yapılarına ve yürüyüş
şekline sahip olduklarını göstermektedir.
Şunu
da belirtmek gerekir ki, Australopithecus iki ayaklı olsa bile, bu
insanın atası olduğunu kanıtlamak için yeterli değildir. Bernard Wood, iki
ayaklılığın insan ile maymunları birbirinden ayıran bir özellik gibi kabul
edilmemesi gerektiğini belirtmekte ve şöyle bir örnek vermektedir:
"kuşların kanatları vardır ancak kanadı olan her canlı bir kuş
değildir." 10
Australopithecus'un insanın atası
sayılamayacağı, evrimci kaynaklar tarafından da kabul edilir hale gelmiştir.
Ünlü Fransız bilim dergisi Science et Vie, Mayıs 1999 sayısında bu
konuyu kapak yapmıştır. Australopithecus afarensis türünün en önemli
fosil örneği sayılan Lucy'i konu alan dergi, "Adieu Lucy" (Elveda
Lucy) başlığını kullanarak Australopithecus türü maymunların insanın
soy ağacından çıkarılması gerektiğini yazmıştır. St W573 kodlu yeni bir Australopithecus
fosili bulgusuna dayanarak yazılan makalede, şu cümleler yer almaktadır:
Yeni bir teori Australopithecus
cinsinin insan soyunun kökeni olmadığını söylüyor... St W573'ü incelemeye
yetkili tek kadın araştırmacının vardığı sonuçlar, insanın atalarıyla ilgili
güncel teorilerden farklı; hominid soy ağacını yıkıyor. Böylece bu soy ağacında
yer alan insan ve doğrudan ataları sayılan primat cinsi büyük maymunlar
hesaptan çıkarılıyor... Australopithecuslar ve Homo türleri (insanlar)
aynı dalda yer almıyorlar, Homo türlerinin (insanların) doğrudan ataları, hala
keşfedilmeyi bekliyor.11
Moleküler Biyolojinin, İnsanın Sözde
Evrimine
Delil Sağladığı İddiası Doğru Değildir
UBA
yazarları moleküler biyolojiden gelen verilerin insanın sözde evrimine delil
sağladığını iddia etmektedirler. Bu da UBA'nın gerçek dışı iddialarından bir
başkasıdır. Moleküler biyolojinin evrime kanıt sağlamadığı önceki bölümlerde
incelenmişti, bu bölümde ise moleküler biyolojiden gelen verilerin insanın
evrimi ile ilgili iddialarla çeliştiğine kısaca değinilecektir.
UBA'nın
moleküler biyoloji hakkındaki iddiası, insanların genetik olarak şempanze ve
gorile daha yakınken, orangutan ve diğer primatlara daha az benzediği tezi
üzerinde kuruludur. Oysa bu tümüyle yanlış bir değerlendirmedir. Öncelikle şunu
belirtmek gerekir ki, UBA'nın bu kitapçığı yayınladığı 1998 yılında insan
genomu henüz deşifre edilmemişti. Bilindiği gibi İnsan Genom Projesi'nin
sonuçları 2001 yılında yayınlandı. Şempanze ve orangutanların genetik şifreleri
ise hala çözülmüş değildir. Dolayısıyla, bu türler arasında güvenilir sonuçlar
elde edilecek bir kıyas yapmak henüz mümkün değildir. Bazı yayınlarda karşımıza
çıkan bu tür moleküler kıyaslamalar ise, bazı proteinler veya genler üzerinden
yapılan kısıtlı kıyaslar sonucunda elde edilen verilerdir. Bu nedenle, bir
başka protein veya moleküler bir yapı üzerinde bir kıyas yapıldığında daha
farklı, hatta birbiriyle çelişkili sonuçlar elde edilebilmektedir.
Örneğin
Bjorn Kurten, söz konusu çelişkili sonuçlar için şöyle yazmaktadır:
Şempanze, goril
ve insan kolları arasındaki ilişki halen çok belirgin değildir; bazı sonuçlar
şempanzenin gorilden çok insana daha yakın olduğunu gösterirken, diğerleri,
örneğin mitokondriyal DNA ile ilgili bir yakın dönem çalışması, maymun soyunun
insan soyundan şempanze ve gorillere bölünmeden önce ayrıldığını ileri sürer.12
Kısacası bu tür veriler çelişkili sonuçlar
vermektedir. Evrimci yayınlarda evrimci ön yargılara uyan sonuçlar
yayınlanmakta, diğerlerinden söz edilmemektedir. Moleküler biyolojiden elde
edilen verilerin insanın evrimi iddiası ile uyuşmadığı evrimcilerin de kabul
ettikleri bir gerçektir. Örneğin Dr. Takahata, "A Genetic Perspective on
the Origin and History of Humans," başlıklı bir makalesinde şöyle
demektedir:
DNA dizilim
verileriyle bile, evrim süreçlerine doğrudan hiçbir erişimimiz yoktur, yani yok
olan geçmişin objektif rekonstrüksiyonu yalnızca geniş bir hayal gücüyle
sağlanabilir.13
Moleküler
analizlerin, diğer alanlardaki bulgularla çeliştiği ve insanın sözde evrimi
için bir çıkmaz oluşturduğu gerçeği ise, UBA'nın bilmediği bir konu değildir.
Örneğin, UBA'nın yayın organı PNAS'ta 25 Nisan 2000 tarihinde yayınlanan
"İnsan Filogenetik Hipotezleri Ne Kadar Güvenilir?" başlıklı
makalede, moleküler incelemelere dayalı yorumların, anatomik benzerliklerle zıt
sonuçlar verdiği belirtilmektedir.14 Bu makale
referans alınarak Nature dergisinde yayınlanan Henry Gee imzalı yazıda
ise şöyle denmektedir:
Diş ve iskelet
kalıntıları evrimsel geçmişi çizmede güvenilmezdirler. Bu kalıntılardan yola
çıkılarak yapılan soy ağaçları moleküler araştırma sonuçlarına ters
düşmektedir. 15
Ayrıca
aynı yazıda bu durum "paleontolojiye hakim olan belirsizlik" diye
yorumlanarak, insanın evriminin "her zaman olduğu gibi bir sır"
olarak kaldığı aktarılmaktadır.
TÜBA'nın Çeviri Editörlerinin Notundaki
Büyük Yanılgı
İnsanın
evrimi ile ilgili bölüme, TÜBA'nın çeviri editörleri bir dipnot eklemişler ve
dipnotta, 2001 yılında açıklanan İnsan Genom Projesi sonuçlarının
"gerçekten de canlılar arasında akrabalık yakınlıklarını yansıtacak
biçimde büyük bir genom benzerliği olduğunu gösterdiğini ve insan genomu ile
şempanze genomunun %98'den fazla benzerlik gösterdiğini" iddia
etmişlerdir. (Bilim ve Yaratılışçılık, s. 24) Bu %98 benzerlik iddiası,
evrimcilerin en önemli propaganda malzemelerinden biridir ve evrimci yayınlarda
sık sık kullanılır. Ne var ki,
1)
Önceki sayfalarda da belirtildiği gibi, şempanze genomu hakkındaki çalışmalar
henüz başlatılmamıştır. Dolayısıyla, insan genomu ile şempanze genomu arasında sağlıklı
bir kıyas yapmak mümkün değildir.
2)
Ayrıca, daha önce de söz edildiği gibi, moleküler kıyaslamalar sonucunda elde
edilen veriler, çoğu zaman evrimcilerin beklentileri ile çelişmektedir,
dolayısıyla iki canlı türü arasında moleküler benzerlik bulunması, o canlıları
birbirlerinin evrimsel akrabası olarak kabul etmek için yeterli değildir.
3)
Tüm bunların dışında belirtilmesi gereken bir başka önemli nokta, yakın zaman
önce yapılan bazı analizler sonucunda insan ve şempanze arasındaki farklılığın
bilinenin en az üç katı olduğunun anlaşılmış olmasıdır. Söz konusu araştırmada,
evrimci yayınlarda (örneğin UBA kitapçığında) iddia edildiği gibi insanlar ve
şempanzelerin genetik yapısının "%98 benzer" olmadığı ve genetik
benzerliğin %95'ten öteye gitmediği belirtilmektedir. CNN'in web
sayfasında 25 Eylül 2002 tarihinde yayınlanan "Humans, chimps more
different than thought" (İnsanlar, şempanzeler düşünüldüğünden daha
farklı) başlıklı yazıda bu araştırmanın sonuçları şöyle haber verilmiştir:
Yapılan yeni genetik
araştırmaya göre, insanlar ve şempanzeler arasında bir zamanlar inanıldığından
çok daha fazla farkılık var.
Biyologlar uzun
bir süre şempanzelerin ve insanların genlerinin %98.5 benzer olduğunu
savundular. Ancak California Institute of Technology biyologlarından Roy
Britten, bu hafta yayınlanan çalışmada, genleri karşılaştırmak için kullanılan
yeni bir yöntemin insanlar ve maymunların arasındaki genetik benzerliğin
yalnızca %95 oranında olduğunu gösterdiğini açıkladı.
Britten,
araştırmasını, insan DNA zincirindeki 3 milyon baz çiftinden 780.000 tanesini
şempanzelerinki ile karşılaştıran bir bilgisayar programına dayandırdı. Daha
önceki araştırmacıların bulduklarından daha fazla birbirine benzemeyen bölüm
buldu ve DNA bazlarının en az %3.9 oranında farklı olduğu sonucuna vardı.
Bu durum onu,
türler arasında yaklaşık %5 oranında genetik bir farklılık olduğu sonucuna
götürdü. 16
Darwinizm'e
olan koyu bağlılığı ile tanınan İngiliz bilim dergisi New Scientist de
aynı konuyu 23 Eylül 2002 tarihli internet haberinde "Human-Chimp DNA
Difference Trebled" (İnsan-Şempanze Genetik Farkı Üç Katına Çıktı"
başlığıyla haber yaptı:
İnsan ve
şempanze DNA'ları arasında yapılan yeni karşılaştırmalara göre, eskiden
düşünüldüğünden daha eşsiziz. Uzun bir süre, en yakın akrabalarımız ile genetik
yapımızın %98.5 benzeştiği görüşü savunuldu. Şimdi bunun yanlış olduğu ortaya
çıkıyor. Gerçekte, genetik yapımızın %95'den daha az kısmını paylaşıyoruz,
şempanzeler ile aramızdaki farklılık düşünüldüğünden 3 kat daha fazla. 17
Ortak Tasarım
Peki
insanların DNA'larının %95 oranında da olsa şempanzelerinkine benzemesi ne
anlama gelmektedir? Bu soruyu cevaplamak için, insan ile başka canlılar
arasında yapılan diğer bazı karşılaştırmalara da bakmak gerekir.
Bu karşılaştırmalardan biri, insan ile nematod filumuna
bağlı solucanlar arasında yapılmış ve %75 benzerlik gibi ilginç bir sonuç
ortaya çıkmıştır. 18 Öte yandan bazı
proteinler üzerinde yapılan analizler de, insanı çok daha farklı canlılara
yakın gibi göstermektedir. Cambridge Üniversitesi'ndeki araştırmacıların
yaptığı bir çalışmada, kara canlılarının bazı proteinleri
karşılaştırılmaktadır. Hayret verici bir şekilde, yaklaşık bütün örneklerde
insan ve tavuk, birbirlerine en yakın akraba olarak eşleşmişlerdir. Bir sonraki
en yakın akraba ise timsahtır. 19
Tüm
bu tablonun gösterdiği gerçek ise şudur: İnsan ve diğer canlılar arasında
genetik benzerlikler bulunmaktadır. Ama bu benzerlikler herhangi bir
"evrim şeması" ortaya çıkarmamaktadır.
Bu
genetik benzerliklerin var olması ise, son derece doğal, hatta kaçınılmazdır.
Çünkü insan bedeni de diğer canlılarla aynı malzemeden, aynı elementlerden
oluşur. İnsanın soluduğu hava, yediği besinler, içinde yaşadığı iklim
hayvanlarınkiyle aynıdır. Dünya üzerindeki tüm yaşam "karbon
bazlı"dır; yani karbon atomunun kurduğu kimyasal bileşiklerle inşa
edilmiştir. Dolayısıyla insan da diğer canlılarla benzer proteinlere ve
bunların genetik kodlarına sahiptir. Ama bu, insanın diğer canlılarla ortak bir
kökenden geldiği, onlardan evrimleştiği gibi bir anlam taşımaz.
Nitekim,
farklı canlılar arasında yapılan genetik karşılaştırmalar, 150 yıllık evrim
ağacını alaşağı etmiş durumdadır. Peki bu durumda canlılardaki benzer yapıların
bilimsel açıklaması nasıl yapılabilir? Bu sorunun cevabı, Darwin'in evrim
teorisi bilim dünyasına hakim olmadan önce verilmişti. Canlılardaki benzer
yapıları ilk kez gündeme getiren Carl Linneaus ya da Richard Owen gibi bilim
adamları, bu yapıları "ortak tasarım" örneği olarak
görmüşlerdi. Bu açıklamaya göre benzer organlar veya benzer genler, ortak bir
atadan tesadüfen evrimleştikleri için değil, belirli bir işlevi görmek için
bilinçli bir şekilde tasarlanmış oldukları için benzerdir.
Modern
bilimsel bulgular ise, benzer organlar için ortaya atılan "ortak ata"
iddiasının tutarlı olmadığını ve yapılabilecek yegane açıklamanın söz konusu
"ortak tasarım" açıklaması olduğunu göstermektedir. Diğer bir
ifadeyle, canlılar ortak bir planla yaratılmışlardır.
UBA'nın
Afrika'dan Çıkış Yanılgısı
UBA,
evrimciler arasında dahi ihtilaf konusu olan bir iddiayı, yine kesin bir gerçek
gibi okuyucuya sunmakta ve ilk insanın Afrika'da geliştiğini, dünyaya ise
buradan yayıldığını öne sürmektedir. Oysa buna dair hiçbir delil
bulunmamaktadır. Tim White'ın 2002 yılında Nature dergisinde yayınlanan
bir makalesinde böyle bir varsayımda bulunmanın imkansızlığı konu edilmiş ve
şöyle denmiştir:
Bu sınıfın (Homo
sınıfı) Avrasya'da ve güney-doğu Asya'da ortaya çıkışı hakkındaki
belirsizlikler, H. erectus'un kökeninin yeri ve zamanını doğru olarak
belirlemeyi imkansız kılmaktadır. Elimizdeki deliller coğrafi yayılımının
yönünü saptamak için yetersiz.20
Delil
olmamasına rağmen üzerinde en çok spekülasyon yapılan konulardan biri olan
insanın atasının göç haritası hakkında 1980'li yıllarda başlıca iki görüş
geliştirildi. Bunlardan bir tanesi UBA'nın da iddia ettiği gibi ilk insanların
Afrika'da tek bir kaynaktan ortaya çıktıkları ve dünyaya buradan yayıldıkları
tezi idi. Diğer görüşe göre ise, ilk insanlar dünyanın birkaç bölgesinde birden
ortaya çıktılar. Bunlardan kimi göç ederek birbirini buldu ve karışarak yeni
türleri meydana getirdi.
Her
iki tez de herhangi bir kanıta değil evrimci bilim adamlarının ön yargılarına
dayalı olarak ortaya atıldığı için, ortak bir karara varılamamaktadır. Çünkü
her iki tez de birçok çelişki ve açmazla doludur. Nitekim bu konuya Ağustos
1999 sayısında yer veren Scientific American dergisinde "Her iki
buluşun öneminin sorgulandığı" belirtilmiştir. 21
Sonuçta,
ortada herhangi bir kanıta dayanmayan hipotezler, varsayımlar ve senaryolardan
başka birşey yoktur. Evrim teorisi, yeryüzünde hayatın nasıl ortaya çıktığı,
farklı canlı gruplarının nasıl var olduğu gibi temel soruları hiçbir şekilde
açıklayamamakta, fosil kayıtlarında aniden beliren farklı türler ya da
canlılardaki kompleks tasarımlar karşısında çaresiz kalmaktadır. Bu nedenle de
evrim savunucuları, temel ve somut gerçeklerden değil, ortaya atılan ve
birbiriyle çelişen evrim senaryolarından söz etmektedirler. Bu yolla, evrim
teorisinin yolun sonuna geldiğini, bu teoriyi destekleyen hiçbir bilimsel kanıt
olmadığını gizleme çabasındadırlar.
UBA'nın Neandertal İnsanı
Hakkındaki Yanılgıları
UBA,
İnsanın Evrimi başlıklı bölümde, Neandertal insanının korunan kemiklerinden
elde edilen DNA ile, moleküler saat yönteminin kullanıldığını ve Neandertal
insanının modern Homo sapiens'ten yarım milyon yıl öncesinde
ayrıldığının tespit edildiğini ve daha sonra bu türün soyunun tükendiğini iddia
etmektedir. Bir paragraf sonra ise UBA, modern insanın eski insanlardan
100.000–150.000 yıl önce ayrıldığını öne sürmektedir. (Bilim ve
Yaratılışçılık, s. 24) Buradaki klasik evrimci ima, Neandertallerin modern
insana tam evrimleşmiş olmadan soylarının tükendiği, günümüz insanından tamamen
farklı bir tür oldukları yönündedir. Oysa, günümüzdeki bulgular Neandertal
insanlarının Homo sapiens ile birlikte yaşadığını, ve Neandertallerin
soyu tükenmiş bir insan ırkı olduğunu, insandan farklı bir tür olmadığını
göstermektedir. Bu konu ile ilgili detayları Hayatın Gerçek Kökeni adlı
kitabımızda okuyabilirsiniz. Burada ele alınacak olan konu ise, Neandertal
DNA'sından elde edilen bilgilerin güvenilir olmadığının incelenmesidir.
Söz
konusu DNA analizi, Münich Üniversitesi'nden Svante Pääbo tarafından
yürütülmüştür. Pääbo ve ekibi, çekirdek DNA'sı yerine Neandertal insanının
fosilinden elde edilen mitokondriyal DNA (mtDNA) üzerinde incelemeler
yapmıştır. Bu tür araştırmalarda mtDNA'nın kullanılmasının nedeni, her hücrenin
çekirdeğinde DNA'nın yalnızca iki kopyası varken, her hücrede mtDNA'nın
500-1000 arasında kopyasının bulunmasıdır. Bu durumda eski mtDNA'ların korunmuş
olma olasılığı daha yüksektir. Ancak söz konusu DNA analizinin güvenilirliğini
azaltan çok ciddi sorunlar bulunmaktadır. Bu sorunlardan bazıları şöyledir:
1. Yapılan kıyaslarda izlenen yöntem
yanlıştır
Söz
konusu araştırma sonuçlarında yapılan bir yanlış değerlendirme ise şudur:
Neandertal insanından elde edilen mtDNA ile, günümüz insanlarının mtDNA'larının
dizilimleri kıyaslanmış ve Neandertal insanı ile günümüz insanının mtDNA
dizilimleri arasındaki farkın, günümüz insanlarının mtDNA'larının arasındaki
farktan daha büyük olduğu belirtilmiştir. Ancak burada kullanılan yöntem
hatalıdır. Çünkü tek bir Neandertal insanının mtDNA'sından alınan tek bir
dizilim, günümüzde yaşayan 1669 farklı insandan alınan 994 dizilim ile
kıyaslanmıştır. Bu 1669 insan arasında, Neandertal insanın mtDNA dizilimi kadar
farklılıklar gösterenler olduğu da göz önüne alınırsa, elde edilen istatistiki
sonuçların güvenilir olmadığı açıkça görülecektir. 22 Çünkü ortada günümüz insanlarına ait bir
ortalama varken, Neandertal insanının ortalaması alınamamış, sadece tek bir
bireyin mtDNA dizilimi incelenmiştir.
2. Tür yakınlığı sorunu
Söz
konusu araştırmacılar, mtDNA dizilim farklılıklarını aynı zamanda evrimsel
akrabalığın bir ölçütü olarak da kullandılar. Böylelikle Neandertalleri
evrimsel dizilimde modern insanlar ve şempanzeler arasına ayrı bir tür olarak
yerleştirdiler. Ancak, günümüzde kendi aralarındaki mtDNA dizilimi
farklılıkları, Neandertal bireyin aralığı içerisinde olan bazı modern insanlar
da vardır. Öyle ise, bu mantığa göre, günümüzde yaşayan bu insanların da,
Neandertalden daha az evrimleştiklerini ve şempanzeye daha yakın olduklarını
kabul etmek gerekir (!) Bu, evrimciler açısından dahi kabul edilebilir bir
sonuç değildir.
3. Moleküler saat sorunu
Daha
önceki bölümlerde de incelendiği gibi, moleküler saat kavramı üzerine kurulu
evrimsel çıkarımlar gerçekleri yansıtmamaktadır. Modern insanlar ve
Neandertallerin birbirlerinden ayrı türler olduğu varsayımının temelinde ise
"moleküler saat" kavramının evrimciler tarafından koşulsuz kabulü
yatmaktadır.
G.
A. Clark ise moleküler saat yönteminin güvenilir olmadığı hakkında şöyle der:
Moleküler saat modelleri problemli varsayımlarla doludur. Baz
çiftlerinin yer değiştirme oranlarıyla ilgili düşünce farklılıkları bir kenara
bırakılsa bile, moleküler bir saatin nasıl ayarlanabileceği ve mtDNA
mutasyonlarının nötr olup olmadığı, Neandertal dizilimlerinin... modern
insanınkinden farklı olması, "modernler" ve
"Neandertallerin" farklı türler olup olmadığı sorusunu
çözmemektedir."23
Cornell
Üniversitesinden Karl J. Niklas, türlerin akrabalıklarını belirleyebilmek için
moleküler saat kavramının kullanılmasından şu şekilde bahseder:
...Mevcut
durumda, çok az verinin ardındaki çok fazla spekülasyonla karakterize edilen
bir araştırma alanı." 24
Science dergisinde 1998
yılında yayınlanan bir makalede ise "moleküler saat"in yirmi kat
kadar hata yapıyor olabileceği belirtilmektedir. Texas Üniversitesi Tıp
Fakültesi'nden Niel Howard şöyle demektedir:
Biz buna bir
kronometre gibi davranıyorduk, ancak doğruluğu bence bir güneş saati kadar. 25
4. Evrimsel akrabalığı belirlemede
mtDNA'nın kullanılmasındaki sorunlar
Evrimcilerin
kendileri dahi, evrimsel akrabalıkların belirlenmesi için mtDNA'nın
kullanılmasının doğru bir metod olup olmadığını sorgulamaktadırlar. Standford
Üniversitesinden genetikçi l. Luca Cavalliq Sforza ve yardımcıları şöyle
yazmaktadırlar:
Mitokondriyal
genom bir bireyin genetik materyalinin yalnızca küçük bir bölümünü temsil
etmektedir ve bütünün temsilcisi olamaz.26
Primat
akrabalıklarını belirleyebilmek için mtDNA'nın kullanımındaki varsayımları test
ettikten sonra, Columbia Üniversitesinden D. Melnick ve G. Hoelzer şu bilgiyi
vermektedirler:
"Bizim sonuçlarımız "doğru"
popülasyonun genetik yapısının tahmin edilmesi, genetik olayların
tarihlendirilmesi, filogenilerin oluşturulması için mtDNA'nın kullanımına
ilişkin ciddi problemler ileri sürmektedir." 27
Bunların
dışında, yukarıda bahsedilen PCR kopyalama tekniğinde görülebilen kopyalama
hataları gibi sorunlar da bu tür çalışmaların güvenilirliğini zayıflatmaktadır.
Bu sorunların en önemlisi ise, söz konusu evrimci bilim adamlarının, evrim
teorisine körü körüne olan bağlılıklarıdır. Bu nedenle, evrim konusundaki
araştırmalar objektiflik içinde yürütülmemekte, veriler evrim teorisine
uydurulmaya çalışılmaktadır. Cornell Üniversitesi'nden Kenneth A. R. Kennedy bu
konuda şu yorumda bulunur:
Paleontolojik ve
arkeolojik verilerin, evrimsel ve genetik modellere uygun olması için
zorlanması uygulaması, mitokondriyal DNA'nın moleküler saatini temel alan
tarihlerin yeniden yorumlanmasında da görülmektedir...28
Pääbo'nun
Neandertal mtDNA'sı üzerine yaptığı çalışma ise bunun tipik bir örneğidir.
Cambridge Üniversitesinden antropolog Robert Foley'e göre, Pääbo ve ekibinin
söz konusu çalışması; "genleri, daha fazla bilgiye -örneğin seleksiyon ve
kayma, kültürel iletim süreçleri, tarih ve coğrafya, fosiller, antropoloji ve
istatistik hakkında bilgiye- sahip olmaksızın, yorumlamanın ne kadar anlamsız
olduğunu göstermektedir." 29
Evrimciler Dahi İnsanın Sözde Evrimine
Dair
Delil Olmadığını Kabul Etmektedirler
Her
ne kadar UBA, okuyucu kitlesini ikna edebilmek için, insanın evrimi konusunda
hiçbir ciddi bilimsel şüphe bulunmadığını iddia etse de, gerçek böyle değildir.
İnsanın sözde evrimi, evrim teorisinin en büyük çıkmazlarından birini
oluşturmaktadır. İnsanın kökeni konusundaki ünlü yayınlardan biri olan Discovering
Archeology dergisinde, derginin editörü Robert Locke tarafından yazılan
makalede "insanın atalarını aramak, ışıktan çok ısı veriyor" denmekte
ve ünlü evrimci paleoantropolog Tim White'ın şu itirafı aktarılmaktadır:
"Bugüne dek cevaplayamadığımız sorulardan dolayı hepimiz hüsrana uğramış
durumdayız."30
Yazıda,
evrim teorisinin insanın kökeni konusunda içinde bulunduğu açmaz ve bu konuda
yürütülen propaganın temelsizliği şöyle anlatılmaktadır:
Belki de bilimin
hiçbir alanı insanın kökenini bulma çabalarından daha fazla tartışmalı
değildir. Seçkin paleontologlar insan soy ağacının en temel hatları üzerinde
bile anlaşmazlık içindeler. Yeni dallar büyük patırtı ile oluşturulur, ancak
yeni fosil bulguları karşısında geçerliliğini kaybedip yok olurlar.31
Aynı
gerçek, ünlü Nature dergisinin editörü Henry Gee tarafından da yakın
zaman önce kabul edilmiştir. Gee, 1999 yılında yayınlanan In Search of Deep
Time adlı kitabında "insanın evrimi ile ilgili 5 ila 10 milyon yıl
öncesine ait tüm fosil kanıtlarının küçük bir kutuya sığabilecek kadar az
olduğunu" söyler. Gee'nin bundan vardığı sonuç ilginçtir:
Ata-torun
ilişkilerine dayalı insan evrimi şeması, tamamen gerçeklerin sonrasında
yaratılmış bir insan icadıdır ve insanların önyargılarına göre
şekillenmiştir... Bir grup fosili almak ve bunların bir akrabalık zincirini
yansıttıklarını söylemek, test edilebilir bir bilimsel hipotez değil, ama gece
yarısı masallarıyla aynı değeri taşıyan bir iddiadır eğlendirici ve hatta belki
yönlendiricidir, ama bilimsel değildir.32
George
Washington Üniversitesi, Antropoloji bölümünden Daniel E. Lieberman ise, 2001
yılında bulunan Kenyanthropus platyops adlı fosil için yaptığı
açıklamada şöyle bir yorumda bulunmuştur:
"İnsanın
evrim tarihi çok karmaşık ve çözümlenmemiştir. Şimdi 3.5 milyon yıllık başka
bir türün bulunması ile durum daha da karışacak gibi görünüyor... Kenyanthropus
platyops'un yapısı genel olarak insanın evrimi ve türlerin davranışı
konuları hakkında birçok soruyu beraberinde getiriyor... K. platyops'in
önümüzdeki birkaç yıl içindeki başlıca rolünün, birlikleri bozucu ve
insanımsılar arasındaki evrimsel ilişkinin araştırmalarında karşılaşılan
kargaşayı daha da büyütücü bir rolü olacağını düşünüyorum." 33
Evrimci
paleontologlar Villie, Solomon ve Davis ise "biz insanlar fosil
kayıtlarında aniden beliriyoruz" diyerek, insanın yeryüzünde aniden,
yani hiçbir evrimsel atası olmadan ortaya çıktığını kabul etmektedirler.34
Collard
ve Wood ise 2000 yılında kaleme aldıkları bir makalede "insan evrimi
hakkındaki mevcut filogenetik (evrimsel) hipotezler hiç güvenilir değil"
demek zorunda kalmışlardır.35
Diğer
bazı evrimcilerin konu hakkındaki görüşleri ise şöyledir:
J.
Bower:
Verilerin birçok
sorunla yüklü olduğu doğrudur… Birçok fosil parçalar halindedir ve kemikler kendi
orijinal konumlarına ender olarak geri getirilebilir. Buna ek olarak bir başka
problem de insan fosillerinin tarihlendirilmesinin genellikle karmaşık ve
bulanık olmasıdır. Sonuç olarak, fosil kayıtlarında ciddi boşluklar vardır. 36
A.Hill:
Diğer bilimlerle
karşılaştırıldığında, masalsı unsurlar en çok paleontolojide vardır. İnsan
evriminin hipotezleri ve hikayeleri sıklıkla veriler tarafından desteklenmemiş
şekilde ortaya çıkar ve büyük ölçüde genel ön kabuller içerir ve var olan
veriler de genellikle onları yanlışlamak ya da kanıtlamak için bile
yetersizdir. Bir çok yorum yapılması olasıdır. 37
Niles
Eldredge ve Ian Tattersall:
Böylece kalıp
ortaya çıkar. Zaman içerisinde beyin gelişmesine ya da insan duruşuna doğru
sabit bir şekilde ilerleyen bir tırmanış görmüyoruz. Bunun yerine henüz baştan
tam olarak gelişmiş dik duruş gibi yeni "düşünceler" görüyoruz.
Milyonlarca yıl boyunca türün değişmez bir şekilde devam etmekteki ısrarını
görüyoruz. 38
D.
Willis:
Son birkaç yıl
içinde hominidler, şempanzeler, goriller, orangutanlar ve gibonlar arasındaki
bölünme sırası için beş farklı ağaç ileri sürülmüştür. 39
Dünya üzerindeki
kendi kökenlerimize ilişkin deliller büyük ölçüde bilinmez kalmışlardır. 40
G.L.
Stebbins:
İnsanın
kökenleriyle ilişkili olarak, son on beş yıl içerisinde yapılan buluşlar karmaşık
bir resim sunmaktadır. Olgular basit bir Ramapithecus-Australopithecus-Homo
habilis, Homo erectus-Homo sapiens dizilimi hipotezini desteklememektedir. 41
Görüldüğü
gibi, evrimciler dahi, insanın sözde evriminin bilimsel bulgular tarafından
desteklenmediğini kabul etmektedirler. Kitap boyunca da incelendiği gibi, evrim
teorisi bilimsel delillerle savunulmamakta, tamamen ideolojik ön yargılarla
sahiplenilmektedir. Tek bir hücrenin dahi tesadüfi mekanizmalarla nasıl
oluştuğunu, insanı insan yapan bilincin, insan ruhuna ait özelliklerin nasıl
kazanıldığını, cansız ve şuursuz maddenin nasıl olup da düşünen, konuşan,
sevinen, neşelenen, endişelenen, heyecanlanan, buluşlar yapan insana
dönüşebildiğini kesinlikle açıklayamayan evrim teorisi, dünya tarihinin en akıl
ve bilim dışı iddialarından biridir.
UBA'NIN
YARATILIŞÇILIK VE EVRİMİN KANITLARI BÖLÜMÜNDEKİ YANILGILARI
Fosil Kayıtlarında Canlı Türlerinin
Belli Bir Sırada Bulunduğu ve Bunun
Evrimin Kanıtı Olduğu İddiası Doğru
Değildir
UBA
yazarları, evrim teorisine körü körüne bir inançla bağlı oldukları için, evrim
teorisi aleyhindeki kanıtları dahi teori lehinde yorumlayabilmektedirler. Bunun
bir örneği, fosil kayıtları hakkındaki yorumlarıdır: UBA'ya göre canlı türleri
yeryüzü katmanlarında belli bir sırada bulunmaktadır ve birbirine benzer olan
türler, katmanlarda birbirlerinin ardı sıra dizilmişlerdir. Evrimciler ise bunu
evrim teorisinin bir delili olarak göstermektedirler.
Ancak
bu açıklama son derece yanıltıcıdır ve fosil kayıtlarının gerçek mesajı tamamen
görmezden gelinerek ileri sürülmüştür.
Öncelikle
belirtmek gerekir ki, canlı türleri, yeryüzü katmanlarında evrimcilerin iddia
ettikleri gibi bir sırada dizilmiş olsalardı bile, bu evrim teorisinin bir
delili olmazdı. Böyle bir dizilimin evrim teorisi lehine bir delil
sayılabilmesi için, birbirlerinden evrimleştikleri iddia edilen canlı türleri
arasında ara geçişi sağlayan canlıların fosillerinin de yeryüzü katmanlarında
bulunmuş olması gerekirdi. Oysa, önceki bölümlerde incelendiği gibi bu tür ara
formlara kesinlikle rastlanmamıştır. Dahası, fosil kayıtları dışında morfoloji,
genetik bilimi, biyokimya gibi bilim dalları da bu tür geçişlerin mümkün
olduğunu delillendirmiş olmalıydı. Ancak bu bilim dalları canlı türlerinin
birbirlerine evrimleşerek türemelerinin imkansız olduğunu göstermektedir. Sonuç
olarak, yeryüzü katmanlarında evrimcilerin iddia ettikleri gibi bir fosil
sırası olsaydı bile, bu, evrim teorisini kanıtlamazdı.
Olayın
kuşkusuz asıl önemli yönü ise, ortada UBA'nın sözünü ettiği gibi evrimsel bir
doğa tarihi olmayışıdır. Yaklaşık 550 milyon yıl önce gerçekleştiği belirlenen
Kambriyen patlaması, canlılığın yeryüzünde evrimsel bir gelişmeyle değil,
aniden ve kompleks yapılarla ortaya çıktığının çok açık bir göstergesidir. UBA
yazarları, dikkat çekecek şekilde kitapçıkta bir kez bile Kambriyen
patlamasından söz etmemektedirler. Oysa bu kitapçığın Yaratılışı savununlara
cevap olarak hazırlandığı iddia edilmektedir. Yaratılışı savunanların evrimcilere
yönelttikleri ve evrim teorisinin en önemli çıkmazlarından biri olarak gündeme
getirdikleri konuların başında Kambriyen patlaması gelmektedir.
Bugün
bilinen tüm hayvan filumları, yeryüzünde aynı anda, Kambriyen devri olarak
bilinen jeolojik dönemde ortaya çıkmışlardır. Kambriyen devri, yaşı 570-505
milyon yıl olarak hesaplanan 65 milyon yıllık bir jeolojik dönemdir.
Ana
hayvan gruplarının ani ortaya çıkış süresi Kambriyen döneminin, genellikle
"Kambriyen patlaması" olarak bahsedilen daha da kısa bir dönemine
rastlamaktadır. Stephen C. Meyer, P. A. Nelson ve Paul Chien detaylı bir
literatür araştırmasına dayanan, 2001 tarihli makalelerinde, "Kambriyen
patlaması jeolojik zamanın, 5 milyon yıldan fazla sürmeyen, fazlasıyla dar bir
zaman aralığında oluşmuştur"1 demektedirler.
Bu
devirden önceki fosil kayıtlarında, tek hücreli canlılar ve çok basit birkaç
çok hücreli dışında hiçbir canlının izine rastlanmaz. Kambriyen devri gibi son
derece kısa bir dönem içinde ise (beş milyon yıl, jeolojik anlamda çok kısa bir
zaman dilimidir) bütün hayvan filumları, tek bir eksik bile olmadan bir anda
ortaya çıkmışlardır! Science dergisinde yayınlanan 2001 yılına ait bir
makalede, "yaklaşık 545 milyon yıl önce yaşanan Kambriyen Devri'nin
başlangıcı, bugün hala canlı dünyaya hakim olan neredeyse tüm hayvan tiplerinin
(filumların) fosil kayıtlarında aniden ortaya çıkışına sahne oldu"
denmektedir. Aynı makalede, böylesine kompleks ve birbirinden tamamen farklı
canlı gruplarının evrim teorisine göre açıklanabilmesi için, önceki devirlere
ait çok zengin ve aşamalı bir gelişimi gösteren fosil yatakları bulunması
gerektiği, ama bunun söz konusu olmadığı şöyle açıklanmaktadır:
Bu farklılaşmalı
evrim ve yayılış da, kendisinden daha önce yaşamış olması gereken olan bir
grubun varlığını gerektirir, ama buna dair bir fosil kanıtı yoktur. 2
Kambriyen
kayalıklarında bulunan fosiller, salyangozlar, trilobitler, süngerler,
solucanlar, deniz anaları, deniz yıldızları, yüzücü kabuklular, deniz
zambakları gibi çok farklı canlılara aittir. Bu tabakadaki canlıların çoğunda,
modern örneklerinden hiçbir farkı olmayan, göz, solungaç, kan dolaşımı gibi
kompleks sistemler, ileri fizyolojik yapılar bulunur. Bu yapılar hem çok
kompleks, hem de çok farklıdır. Hiçbir evrimsel ataları olmadan, aniden ortaya
çıkmışlardır.
Kambriyen
Devri'nde ortaya çıkıp çıkmadığı uzun zaman tartışılan tek filum, omurgalıların
da içinde bulunduğu Chordata'dır. Ancak 1999 yılında elde edilen iki
balık fosili, bu konudaki evrimci tezi de yıkmıştır. Kambriyen Devri'ne ait olan
ve Haikouichthys ercaicunensis ve Myllokunmingia fengjiaoa diye
adlandırılan bu balıklar, tam 530 milyon yıl yaşındadır. Ünlü paleontolog
Richard Monastersky tarafından "Waking Up to the Dawn of Vertebrates"
(Omurgalıların Ortaya Çıkışına Uyanış) başlığıyla yazılan bir haberde, bu
bulgunun önemi şöyle açıklanır:
Paleontologlar
omurgalıları, uzun zamandan beridir evrim tarihine, ilk baştaki patlama ve
heyecan dindikten sonra katılan bir grup olarak kabul edegelmişlerdir. Ancak
Çinli paleontologlar, omurgalıların
kökenini, neredeyse tüm diğer hayvan gruplarının fosil kayıtların da ortaya
çıktığı güçlü biyolojik patlamaya kadar götüren iki balık fosili buldular.
Yunnan bölgesindeki 530 milyon yıllık kayalar içinde saklı olan bu kalıntılar
bilinen en eski balıklara aitler ve bilinen diğer en eski omurgalı fosillerden
en az 30 milyon yıl daha yaşlılar.3
Kambriyen
Devrinde omurgalı hayvanların da ortaya çıktığını ispatlayan bu kanıt, yaşam
tarihini evrimsel bir şemaya oturtma yönündeki umutları daha da çıkmaza
sokmuştur.
Darwinizm'in
dünya çapındaki en önemli eleştirmenlerinden biri olan Berkeley, California
Üniversitesi profesörü Philip Johnson, paleontolojinin ortaya koyduğu bu
gerçeğin, Darwinizm'le olan açık çelişkisini şöyle açıklamaktadır:
Darwinist teori,
canlılığın bir tür "giderek genişleyen bir farklılık üçgeni" içinde
geliştiğini öngörür. Buna göre canlılık, ilk canlı organizmadan ya da ilk
hayvan türünden başlayarak, giderek farklılaşmış ve biyolojik sınıflandırmanın
daha yüksek kategorilerini oluşturmuş olmalıdır. Ama hayvan fosilleri bizlere
bu üçgenin gerçekte baş aşağı durduğunu göstermektedir: Filumlar henüz ilk anda hep birlikte vardır,
sonra giderek sayıları azalır.4
Philip
Johnson'ın belirttiği gibi, filumların kademeli olarak oluşması bir yana, tüm
filumlar bir anda var olmuşlar, hatta ilerleyen dönemlerde bazılarının soyu
tükenmiştir.
Dolayısıyla
UBA yazarlarının neden Roger Lewin'in "hayvanların tüm tarihindeki en
önemli olay"5 olarak tarif ettiği,
Kambriyen patlamasından bahsetmediklerini de anlamak mümkündür: Ne UBA
yazarlarının ne de bir başka evrimcinin Kambriyen patlaması hakkında
söyleyebileceği bir şey yoktur. Bu nedenle bu olayı -ya da bunun gibi evrim
teorisini çürüten diğer açık delilleri- görmezden gelmeyi tercih etmektedirler.
"Hiç Kimse Evrimleşmeyi
Görmemiştir"
Konusundaki Yanılgılar
UBA
yazarları, Yaratılışçıların özel tezlerinden birinin "hiç kimse
evrimleşmeyi görmemiştir" şeklinde olduğunu öne sürmektedirler. Oysa bu
Yaratılışçıların özel tezlerinden biri değildir, sadece birkaç kişinin öne
sürdüğü bir iddia olabilir. Biz evrim teorisini çürütürken, hiçbir zaman
"evrim teorisi doğru değildir, çünkü hiç kimse evrimleşmeyi
görmemiştir" gibi bir iddiada bulunmamaktayız. UBA yazarlarının da
belirttiği gibi, evrim teorisinin kanıtlanması için, evrimleşmenin
gözlemlenmesi gerekmez, ancak eğer evrim teorisi doğruysa bunun sonuçlarının
veya mekanizmalarının gözlemlenmiş olması gerekir. Eğer evrim yaşandıysa, fosil
kayıtlarında canlıların birbirlerinden türediklerini gösteren ara geçiş
formlarını bulmalıydık, genetik analizler evrimsel akrabalığı olduğu iddia
edilen canlıların genetik yapılarının da birbirlerine yakın olduğunu
diğerlerinin ise çok farklı olduğunu göstermeliydi, genetik ve morfolojik
benzerlikler temel alınarak kurulan soyağaçları birbirleriyle uyumlu olmalıydı,
kompleks yapıların rastlantısal mekanizmalarla nasıl oluşabildiği
açıklanabilmeliydi, mutasyonların canlıların genetik bilgilerini artırdığı
laboratuvar deneylerinde gözlemlenmiş olmalıydı… Ancak, kitap boyunca da
incelendiği gibi ne doğa tarihi, ne biyoloji, morfoloji, paleontoloji,
mikrobiyoloji, biyokimya, genetik gibi bilim dalları, evrimin yaşandığına dair
sonuçlar sunmamaktadır. Aksine, tüm bu bilim dallarında elde edilen sonuçlar,
canlıların ayrı ayrı yaratılmış olduklarına dair deliller sunmaktadır. Sonuç
olarak, Yaratılışı da gözlemlememiz mümkün değildir, ancak söz konusu bilim
dallarında yapılan araştırma ve deneyler sonucunda elde edilen veriler
canlıların yaratıldıklarını açıkça göstermektedir.
Evrimin İşlediğine Dair Günlük Hayattan
Verilen Örnekler Birer Aldatmacadır
UBA
yazarları, evrimin işlediğine dair günlük hayatta birçok örnek olduğunu öne
sürmekte ve şu örnekleri vermektedirler: Bakterilerin antibiyotik direnci,
böceklerin DDT direnci, sıtma asalaklarının ilaçlara karşı direnç kazanmaları.
(Bilim ve Yaratılışçılık, s. 21)
Bakterilerin
zaman içinde antibiyotiklere direnç kazanmalarının evrimle bir ilgisi
olmadığını, önceki sayfalarda mutasyon konusu dahilinde incelemiştik, bu
nedenle burada tekrar etmeyeceğiz. Böceklerin, ilaçlara direnç kazanmaları da
benzer şekilde evrimin bir delili değildir.
Böcek ve sineklerin DDT bağışıklığı
evrimin delili değildir
Her
ne kadar evrimciler, sineklerin ve böceklerin DDT gibi ilaçlara direnç
kazanmalarını evrim teorisinin bir delili gibi göstermeye çalışsalar da, gerçek
böyle değildir. Böcekleri ve sinekleri böcek ilacına dirençli hale getiren bir
mutasyondur. Ancak bu mutasyon, evrim teorisi lehine bir delil
oluşturmamaktadır.
Bunu
incelemeden önce, DDT'nin böcekler üzerinde nasıl bir etkisi olduğunu kısaca
özetleyelim. DDT'nin bir molekülü, kendisini böceğin sinir hücrelerinin zarının
belirli, uygun bir alanına bağlayarak hareket eder. Bu şekilde sinirin normal
bir şekilde işlev görmesini engeller. Böceğin sinir hücreleri üzerine yeteri
kadar DDT molekülü bağlandığında, sinir sistemi yıkılır ve böcek ölür.6
Peki
bir böcek DDT'ye karşı nasıl dirençli hale gelir? DDT'ye karşı hassasiyetini
kaybederek... Bu kayıp DDT molekülünün bağlandığı sinir hücresindeki alanı
değiştiren, DDT molekülünün bağlanmasını engelleyen bir mutasyonun sonucudur.7 DDT ve sinir hücresi arasındaki eşleşmeyi
bozacak her tür mutasyon böceği dirençli hale getirecektir. Bakteride olduğu
gibi, sinir hücresi proteininin belirli bir amaca yönelik işlevselliğini
azaltarak da direnç kazanabilir.
İşte
evrimciler, böceğin mutasyon yoluyla direnç kazanmasını evrim teorisine delil
olarak göstermektedirler. Oysa göz ardı ettikleri veya bilerek görmezden
geldikleri önemli bir nokta bulunmaktadır: Bir protein içindeki bir amino
asidin değiştirilmesi çoğunlukla o proteinin işlevlerini etkiler. Proteindeki
bu değişiklik bir yandan canlının DDT gibi zehirlere karşı direnç kazanmasını
sağlarken, diğer yandan zarar görmesine, bazı işlevlerini veya özelliklerini
kaybetmesine neden olur. Elbette ki söz konusu ilaç var olduğu sürece canlı,
başka bir açıdan daha az uygun olmak pahasına direnç kazanmakta ve hayatta
kalabilmektedir. Ancak ilaç ortadan kalktığında, dirençli olmayan tür, yine
daha avantajlı hale gelecektir.
İngiltere
Hertfordshire'daki Rothamsted Araştırma Merkezinde, M.W. Rowland Dieldrin
dirençli hale gelen sivrisineklerin, diğer böceklerden daha az aktif ve
uyarılara karşı daha yavaş cevap verir hale geldiklerini rapor etmiştir.8 Bu sineklerin böcek ilaçlarına direnci,
"daha miskin" bir sinir sistemi pahasına elde edilmiştir. Moleküler
seviyedeki bilgi kaybı bu durumda böceğin performansında bir kayıp olarak
ortaya çıkmaktadır.
Dolayısıyla
böcek ilaçlarına karşı direnç sağlayan mutasyonları bir evrim örneği olarak
görmek büyük bir yanılgıdır. Bu gibi direnç mekanizmalarının özelliği,
böceklerin veya bakterilerin yapısında bir bozulma meydaha getirerek,
zehirlerin veya antibiyotiklerin etkisini engellemeleridir. Bu işlem direnç
sağlar, ama böcekte veya bakteride genetik bilgi artışı sağlamaz. Aksine,
gözlemlenen örneklerde direnç kazancının hep başka yönden kayıp getirdiği
tespit edilmiştir. Dolayısıyla ortada bir evrim yoktur. Bakterilerin
antibiyotik direnci ve böceklerin DDT direnci gibi konular evrim teorisine bir
delil oluşturmamaktadır.
UBA'nın İndirgenemez Komplekslik
Konusundaki Çarpıtmaları
Canlılardaki
"indirgenemez kompleksliğe" sahip yapılar ve sistemler, evrim
teorisinin en önemli sorunlarından biridir. Evrim teorisine göre, bir canlıdan
başka bir canlıya evrim sırasında geçilen aşamaların hepsi tek tek avantajlı
olmalıdır. Diğer bir deyişle, A'dan Z'ye doğru gidecek bir evrim sürecinde, B,
C, D... U, Ü, V ve Y gibi tüm "ara" kademelerin canlıya mutlaka avantaj
sağlaması gerekmektedir. Doğal seleksiyon ve mutasyonun bilinçli bir şekilde
önceden hedef belirlemeleri mümkün olmadığına göre, tüm teori canlı
sistemlerinin avantajlı küçük kademelere "indirgenebileceği"
varsayımına dayanmaktadır.
İşte
Darwin bu nedenle "eğer birbirini takip eden çok sayıda küçük
değişiklikle kompleks bir organın oluşmasının imkansız olduğu gösterilse,
teorim kesinlikle yıkılmış olacaktır" demiştir.
Darwin,
19. yüzyılın ilkel bilim düzeyi içinde canlıların indirgenebilir bir yapıda olduklarını
düşünmüş olabilir. Ancak 20. yüzyılın bilimsel bulguları, gerçekte canlılardaki
pek çok sistem ve organın, basite indirgenemez olduklarını ortaya koymuştur. "İndirgenemez
komplekslik" adı verilen bu olgu, Darwinizm'i, tam da Darwin'in endişe ettiği
gibi "kesinlikle" yıkmaktadır.
UBA
yazarları ise, evrim teorisini tek başına yıkmaya yeterli olan
"indirgenemez komplekslik" konusuna da kitapçıkta yer vermiş, ancak
sadece, hiçbir delile ve mantıklı bir açıklamaya dayanmadan, indirgenemez
kompleks yapıların gerçekte öyle olmadıklarını ileri sürmüştür:
Ancak
"çözülemeyecek" kadar karmaşık olduğu öne sürülen bu yapı ve
süreçlerin daha dikkatli bir gözle bakınca hiç de öyle olmadıkları görülür.
Örneğin karmaşık bir yapının veya biyokimyasal sürecin ancak tüm öğelerinin
bugünkü haliyle var olmaları ve işlemeleri durumunda işlevsel olacağı tezi
yanlıştır. Karmaşık biyokimyasal sistemler doğal seçilim yoluyla daha basit
sistemlerden kurulabilirler." (Kitabın çevirmenleri, "irreducible
complexity" ("indirgenemez komplekslik") ifadesini
"çözülemeyecek kadar karmaşık" olarak çevirmişlerdir.) (Bilim ve
Yaratılışçılık, s. 21)
UBA
yazarları bu iddialarını hemoglobin molekülü ile örneklendirmektedirler.
UBA'nın iddiasına göre, çeneli balıklar çenesiz balıklardan evrimleşmişlerdir.
Bu balıkların hemoglobinleri de, çenesiz balıkların hemoglobinlerine göre daha
komplekstir. Yani UBA'nın iddiasına göre, indirgenemez kompleksliğe sahip olan
bir çeneli balık hemoglobini, kendisinden daha basit yapıda olan bir
hemoglobinden evrimleşmiştir. UBA bu iddiası ile, indirgenemez kompleksliğe
sahip bir molekülün nasıl oluştuğunu açıkladığını ZANNETMEKTEDİR!
Bu
bir zandır, çünkü ortada evrim teorisi adına açıklanmış bir şey yoktur. UBA
yazarları, açıklamaları gereken konuyu (indirgenemez kompleks yapıların
kökenini) açıklamaya kalkarken, somut bilimsel bir gerçek değil, evrim
teorisinin varsayımlarına dayanmaktadırlar. Çenesiz balıkların çeneli balıklara
evrimleştiği, bilimsel bir gerçek değil Darwinist bir varsayımdır. Kanıtı
olamayan bu varsayımı, bir başka varsayım olan "indirgenemez kompleks
organlar aslında indirgenebilir" iddiasına delil gibi sunmak, en hafif
ifadeyle mantıksal bir çelişki, daha gerçekçi bir ifadeyle de aldatmacadır.
Öte
yandan farklı canlılardaki hemoglobin molekülleri arasındaki yapıların
komplekslik derecesini bir evrim kanıtı olarak göstermek de ayrı bir
yanılgıdır. Çünkü evrimcilerin izah etmeleri gereken, doğada farklı komplekslik
derecesinde iki farklı hemoglobin molekülü olduğunu göstermek değil, hemoglobinin
(ve tüm diğer proteinlerin) ilk olarak nasıl ortaya çıktığını açıklamaktır.
UBA
yazarları, daha basit bir hemoglobinin daha kompleks bir hemoglobine
dönüştüğünü iddia ederek, hemoglobin gibi indirgenemez kompleks bir molekülün
kökenini açıkladıklarını düşünebilmektedirler. Ancak, "daha basit"
dedikleri hemoglobinin de indirgenemez kompleks bir yapıda olduğunu ya
düşünememekte ya da bu gerçeği görmezden gelmektedirler.
UBA
yazarlarının indirgenemez komplekslik karşısındaki kaçış yöntemleri, bu
kompleks yapılara birtakım "ilkel" ara aşamalar hayal etmekten
ibarettir. "Doğal seleksiyon, bir sistemin parçalarını her seferinde bir
işlev olmak üzere biraraya getirebilir, ve sonra daha ileriki bir zamanda,
başka öğeleri içeren sistemlerle birleştirerek yeni işlevler
kazandırabilir" diye yazmaktadırlar. Peki ama bu "başka
işlev"ler nedir? Soru budur ve UBA yazarları bunu tamamen cevapsız
bırakmakta, bu senaryolarına bir delil veya örnek vermemektedirler. Bunun için,
en basitten en karmaşığa doğru işlev kazanan bir yapı veya süreç örneği
vermeleri ve bu örneklerini delillendirmeleri gerekmektedir. Ayrıca, bu ara
işlevlerin de kompleks olması durumunda yine aynı sorunla karşı karşıya
kalacakları ortadadır.
Bunun
dışında, UBA yazarları doğal seleksiyondan bilinçli bir varlıkmış gibi söz
etmektedirler. Doğal seleksiyonun, sanki gelecekte elde edilmek istenen asıl
fonksiyonun ne olduğundan haberi varmış gibi, zaman içinde uygun parçaları
birbirine ekleyerek, her seferinde faydalı bir fonksiyon elde ettiğini öne sürmektedirler.
Oysa doğal seleksiyon bilinçsiz bir doğa mekanizmasıdır ve bir plana göre
hareket etmez.
Farklı
canlı sınıflarında görülen özgün organ ve sistemlerin kaynağı nedir? Bunları
tanımlayan yeni genetik bilgi nasıl ortaya çıkmıştır? Tüm evrimciler gibi UBA
yazarlarının da bu konu hakkında en küçük bir fikirleri dahi bulunmamaktadır.
Önceki bölümlerde de açıkladığımız gibi, mutasyonlar canlılara faydalı
özellikler kazandıramazlar. Öyle ise doğal seleksiyonun seçeceğini umdukları
yeni fonksiyonlar nasıl elde edilecektir? Bu hayati soru hep cevapsızdır. Ancak
dünyanın en önde gelen evrimcileri, sadece "doğal seleksiyon bunu
yapar" diyerek hiçbir delil ve açıklama getirmeden, canlılardaki yapı ve
sistemlerin indirgenemez kompleksliğini evrimsel olarak açıkladıklarını
zannetmektedirler.
UBA'nın
evrimci yazarları, kanın pıhtılaşmasında izlenen karmaşık biyokimyasal
aşamaları ise genlerin doğal seleksiyon tarafından çoğaltılması, değiştirilmesi
ve etkilerinin artırılması ile açıklamaya çalışmaktadırlar. Gen kopyalaması,
UBA yazarlarının bir canlıya genetik bilgi nasıl eklenebilir sorusuna
verdikleri bir cevaptır. Bu açıklamaya göre, bir canlının genlerinden biri
fazladan kopyasını yapar. Daha sonra bu fazladan kopya üzerinde bir mutasyon
meydana gelir ve böylece canlının genetik bilgisinde bir değişiklik olur. Bu
değişiklik kopya genin üzerinde olduğu için de mutasyon organizmada etkili
olmamakta, böylece söz konusu genin tanımladığı işlev zarara uğramamaktadır.
Mutasyona uğrayan gen, kopya gendir.
Ne
var ki kopya gen açıklaması evrim teorisine hiçbir katkıda bulunmamaktadır.
Çünkü, herşeyden önce, tam doğru zamanda (yani tam da canlının yeni bir işleve
ihtiyacı olduğu anda), doğru gen gereksiz yere çoğalmalıdır. Sonra yine tam da
bu kopya gene çok uygun bir mutasyon isabet etmelidir ve bu öyle bir mutasyon
olmalıdır ki, organizma yeni bir işleve sahip olmalıdır.
Bu
kadar tesadüfün art arda gelebileceğine inanmak, hem de bunun yeryüzündeki
milyonlarca farklı türün kökenini oluşturduğunu düşünmek, akıl dışıdır. Kaldı
ki, genler çok nadiren çoğalırlar. Araştırmacılar Lynch ve Conery, ortalama gen
çoğalmalarının 100 milyon yılda bir gerçekleştiğini belirlemişlerdir.9 Dahası kopyalanan genlerin büyük bir
çoğunluğunun birkaç milyon yıl içinde kayboldukları bulunmuştur.10 İndirgenemez kompleksliğe sahip yapıların en
belirgin özelliğinin birçok parçadan oluşmaları olduğu düşünülürse, her 100
milyon yılda bir gen kopyalayarak doğru parçaları doğru zamanda biraraya
getirmenin imkansızlığı tamamen ortaya çıkar.
Nitekim
gen kopyalarının evrime neden olduğu iddiası evrimciler tarafından dahi şüphe
ile karşılanmaktadır. Örneğin Conery ve Lynch, gen kopyalamasının evrimin
oluşumuna katkıda bulunmasını sağlayan mekanizmaların anlaşılmadığını
belirtmektedirler:
Ancak, kopya genlerin,
evrimsel süreç içerisinde bir kopyanın rahatlıkla harcanabileceği tamamen
bolluk ve gereksizlik ifade eden bir başlangıç konumundan, her iki kopyanın da
doğal seleksiyon yoluyla korunacağı durağan bir konuma doğru nasıl başarıyla
yolunu bulduğu son derece zor anlaşılırdır. Bu olayların hangi sıklıkta
oluştuğu da anlaşılır değildir. 11
UBA'nın
öne sürdüğü mekanizmaların aşama aşama evrim meydana getirmesinin imkansızlığı
ortadadır. Ayrıca kan pıhtılaşma sürecinin bu mekanizmalarla aşama aşama
evrimleşebileceğini iddia eden UBA yazarlarının, bu iddialarını çok detaylı
açıklamalarla delillendirmeleri gerekir. Örneğin "hangi aşamada, hangi
gen, hangi yolla, nasıl bir değişikliğe uğradı"; "bu değişiklik, gene
veya canlıya zarar vermeden, organizmaya nasıl bir özellik veya fonksiyon
kazandırdı" gibi sorular cevaplanmalıdır. Yan sayfada, kanın pıhtılaşma
süreci açıklanmaktadır. Böyle bir sistemin nasıl ortaya çıktığı sorusunun,
evrimin tesadüfi mekanizmaları ile açıklanamayacağı o kadar açıktır ki, bu yönde
yapılan her açıklama mantıksız demagojilerden öteye gitmeyecektir.
Kitapçıkta
son olarak gözün yapısında bulunan indirgenemez komplekslik ele alınmaktadır.
Hemoglobin konusunda yapılan mantık hatası burada da tekrarlanmakta, kompleks
gözün daha basit gözden evrimleştiği öne sürülmektedir. Oysa farklı komplekslik
seviyelerine sahip her göz yine de indirgenemez kompleksliğe sahiptir. UBA
yazarları "Aşamalar, (bugün yassı kurtlarda görülen) ışığa duyarlı
retinula hücrelerinin oluşturduğu basit bir göz noktasından başlayarak..."
ifadesiyle, kompleks gözün çok basit bir noktadan aşama aşama oluştuğunu
iddia etmektedirler. Oysa, burada ele alınması gereken nokta, UBA yazarlarının
"ışığa duyarlı basit bir göz noktası" dedikleri noktanın ne kadar
basit olduğu, daha doğrusu ne kadar kompleks olduğudur.
En
basit şekliyle dahi olsa, "görme"nin oluşabilmesi için, bir canlının
bazı hücrelerinin ışığa duyarlı hale gelmesi, bu duyarlılığı elektriksel
sinyallere aktaracak bir yeteneğe sahip olması, bu hücrelerden beyne gidecek
olan özel sinir ağının oluşması ve beyinde de bu bilgiyi değerlendirecek bir
"görme merkezi"nin meydana gelmesi gerekir. Tüm bunların rastlantısal
olarak ve aynı anda, aynı canlıda oluştuğunu öne sürmek ise akıl dışıdır.
Evrimci yazar Cemal Yıldırım, evrim teorisini savunmak niyetiyle kaleme aldığı Evrim
Kuramı ve Bağnazlık adlı kitabında bu gerçeği şöyle kabul eder:
Görmek için çok
sayıda düzeneğin iş birliğine ihtiyaç vardır: Göz ve gözün iç düzeneklerinin
yanı sıra beyindeki özel merkezlerle göz arasındaki bağıntılardan söz
edilebilir. Bu karmaşık yapılaşma nasıl oluşmuştur? Biyologlara göre evrim
sürecinde, gözün oluşumunda ilk adım, kimi ilkel canlılarda deri üzerinde ışığa
duyarlı küçük bir bölümün belirmesiyle atılmıştır. Ancak doğal seleksiyonda bu
kadarcık bir oluşumun kendi başına canlıya sağladığı avantaj ne olabilir?
Öyle bir oluşumla birlikte beyinde görsel merkez ile ona bağlı sinir ağının da
kurulması gerekir. Oldukça karmaşık olan bu birbirine bağlı düzenekler
kurulmadıkça "görme" dediğimiz olayın ortaya çıkması beklenemez.
Darwin varyasyonların rastgele ortaya çıktığı inancındaydı. Öyle olsaydı,
görmenin gerektirdiği o kadar çok sayıda varyasyonun organizmanın değişik
yerlerinde aynı zamanda oluşup uyum kurması gizemli bir bilmeceye dönüşmez
miydi?… Oysa görme için birbirini tamamlayıcı bir dizi değişikliklere ve
bunların tam bir uyum ve eşgüdüm için çalışmasına ihtiyaç vardır… Sıradan bir
yumuşakça olan ibiğin gözünde bizimkinde olduğu gibi retina, kornea ve selüloz
dokulu lens vardır. Şimdi evrim düzeyleri bu denli farklı iki türde bir dizi
rastlantıyı gerektiren bu yapılaşmayı salt doğal seleksiyonla nasıl
açıklayabiliriz?... Darwincilerin bu soruya doyurucu yanıt verip veremedikleri
tartışılabilir...12
Bu
sorunu evrimciler açısından daha da içinden çıkılmaz hale getiren bir başka
nokta ise, Kambriyen devrinde aniden ortaya çıkan canlılardan biri olan
trilobitlerin gözüdür. 530 milyon yıllık bu petek göz yapısı, çift mercek
sistemiyle çalışan bir "optik harika"dır ve bilinen en eski gözdür.
Bu durum, evrimcilerin "kompleks gözler ilkel gözlerden evrimleşti"
varsayımını tümüyle geçersiz kılmaktadır.
Sorun
evrim teorisi açısından o kadar büyüktür ki, ne kadar detaya girilirse, o kadar
içinden çıkılmaz hale gelmektedir. Bu noktada incelenmesi gereken önemli bir
"detay" da, "ışığa duyarlı hale gelen hücre" hikayesidir.
Acaba Darwin'in ve diğer evrimcilerin "görme, tek bir hücrenin ışığa
duyarlı hale gelmesiyle başlamış olabilir" derken geçiştirdikleri bu yapı,
nasıl bir tasarıma sahiptir?
İNDİRGENEMEZ KOMPLEKS BİR SİSTEM:
KANIN PIHTILAŞMASI
Bir
yeriniz kesildiğinde ya da eski bir yaranız kanadığında, zaman içinde kanamanın
duracağını bilirsiniz. Kanayan yerde bir pıhtı oluşacak, bu pıhtı zamanla
sertleşecek ve yara iyileşecektir. Bu sizin için basit ve olağan olabilir.
Oysa, biyokimyacılar yaptıkları araştırmalarla bunun oldukça karmaşık bir
sistemin işleyişinin sonucu olduğunu ortaya çıkardılar. (Michael Behe, Darwin's
Black Box, New York: Free Press, 1996, s. 79-97) Bu sistemin parçalarından
herhangi birinin eksilmesi veya zarar görmesi sistemi işlemez kılacaktır.
Kan doğru yerde, doğru zamanda
pıhtılaşmalı ve şartlar normale döndüğünde pıhtı ortadan kalkmalıdır. Sistem en
küçük ayrıntıya varana dek kusursuz bir biçimde çalışmalıdır.
Eğer bir kanama söz konusu ise, canlının
kan kaybından ölmemesi için pıhtının hemen meydana gelmesi gerekir. Ayrıca,
pıhtının yaranın üzerinde boylu boyunca oluşması ve en önemlisi de sadece
yaranın üzerinde kalması gereklidir. Yoksa canlının tüm kanı pıhtılaşarak
sertleşecek ve onu öldürecektir. Bu nedenle kanın pıhtılaşması sıkı bir denetim
altında tutulmalı ve pıhtı doğru zamanda doğru yerde oluşmalıdır.
Kemik iliği hücrelerinin en küçük
temsilcisi olan kan plakçıkları ya da trombositler vazgeçilmez bir özelliğe
sahiptir. Bu hücreler, kanın pıhtılaşmasındaki ana unsurdur. Von Willebrand
faktörü adlı bir protein, kanda dolaşıp durmakta olan trombositlerin kaza
yerini geçmemelerini sağlar. Kaza yerinde takılı kalan trombositler, o anda
diğer trombositleri de olay yerine getiren bir madde salgılar. Bu hücreler daha
sonra hep birlikte açık yarayı kapatır. Trombositler, görevlerini yerine
getirdikten sonra ölür. Onların kendilerini feda etmeleri, kan pıhtılaşma
sisteminin yalnızca bir parçasıdır.
Kan pıhtılaşmasını sağlayan bir diğer
protein de trombindir. Bu madde yalnızca açık bir yaranın olduğu yerlerde
üretilir. Bu üretim ne az ne de fazla olmalıdır. Üstelik üretim, tam zamanında
yapılmalı ve yine tam zamanında durdurulmalıdır. Şu ana değin trombin
üretiminde rol alan ve tamamı "enzim" olarak adlandırılan yirmiden
fazla vücut kimyasalı tanımlanmıştır. Bu enzimler, kendi üretimlerini
durdurabilir ya da başlatabilir. Süreç öylesine bir denetim altındadır ki,
trombin ancak tam bir doku yaralanması söz konusu olduğunda oluşur. Vücutta
pıhtılaşma için gerekli olan tüm enzimler yeterli miktara ulaşır ulaşmaz,
yapısal maddesi protein olan uzun iplikçikler oluşturulur. Bu iplikçiklerin adı
fibrinojendir. Kısa zamanda fibrinojen iplikçiklerinden bir ağ oluşturulur. Bu
ağ kanın dışarı akışının olduğu yerde kurulur. Diğer yandan ise kandaki
trombositler bu ağa takılarak birikir. Bu birikim yoğunlaşınca bir tıkaç
vazifesi görerek kanamanın durmasını sağlayacaktır. İşte pıhtı dediğimiz şey de
bu yığılmayla oluşan tıkaçtır.
Yara tamamen iyileşince ise kan pıhtısı
çözülür.
Bir kan pıhtısının oluşması, pıhtının
sınırlarının belirlenmesi, oluşan pıhtının güçlendirilmesi veya ortadan
kaldırılmasını sağlayan sistem indirgenemez kompleksliğe sahiptir. Kanın
pıhtılaşması, bir parçanın diğer bir parçayı harekete geçirmesi şeklinde ortaya
çıkan bir olaylar zinciridir.
Bir sonraki sayfada bu zinciri gösteren
bir şema verilmiştir. Daha ilk bakışta olayın ne kadar karmaşık olduğu
görülebilir.
Sistem en küçük ayrıntıya varana dek
kusursuz bir biçimde çalışır.
Eğer bu mükemmel işleyen sistemde en
ufak bir aksaklık olsaydı ne olurdu? Mesela yara olmadığı halde kanda
pıhtılaşma olsaydı? Ya da yaranın etrafında oluşan pıhtı yerinden rahatlıkla
ayrılsaydı? Bu soruların tek bir cevabı vardır: Böyle bir durumda kalp, akciğer
veya beyin gibi hayati organlara giden yollar pıhtı tıkaçlarıyla tıkanırdı. Bu
ise kaçınılmaz olarak ölümle sonuçlanırdı.
Bu gerçek de bizlere bir kez daha
göstermektedir ki, insan vücudu kusursuzca tasarlanmıştır. Sadece kanın
pıhtılaşma sisteminin bile rastlantılarla ve evrim teorisinin iddia ettiği
"kademeli gelişim" varsayımıyla açıklanması imkansızdır. Her detayı
ayrı bir plan ve hesap ürünü olan bu sistem, yaratılışın mükemmelliğini gözler
önüne sermektedir. Bizi yaratan Rabbimiz, hayatımız boyunca karşılaşacağımız
küçük, büyük her türlü yaralanmaya karşı, bedenimizi bu sistemle birlikte
yaratmıştır.
Kanın pıhtılaşması, sadece gözle görülür
yaralar için değil, bedenimizde her gün sürekli gerçekleşen kılcal damar
parçalanmalarının tamiri için de çok önemlidir. Siz fark etmezsiniz, ama
gerçekte gün boyunca sürekli küçük iç kanamalar geçirirsiniz. Kolunuzu kapının
kenarına çarptığınızda ya da bir koltuğa sertçe oturduğunuzda, yüzlerce küçük
kılcal damarınız parçalanır. Bu parçalanma sonucunda oluşan iç kanama,
pıhtılaşma sistemi sayesinde hemen durdurulur, daha sonra da vücut aynı kılcal
damarları yeniden inşa eder. Eğer çarpma biraz şiddetliyse, pıhtılaşma
öncesindeki iç kanama da biraz daha şiddetli olur ve bu yüzden çarptığınız
yerde bir "morarma" oluşur. Kandaki bu pıhtılaşma sisteminden mahrum
olan bir insanın, hayatı boyunca en ufak bir darbeden korunması, ve adeta pamuk
içinde yaşatılması gerekecektir. Nitekim kanlarındaki pıhtılaşma sistemi
kusurlu olan "hemofili" hastaları, bu şekilde ömür sürerler. İleri
derecede hemofili hastaları genellikle fazla uzun yaşayamazlar. Yolda yürürken
tökezleyip düşmeleriyle oluşan bir iç kanama bile, hayatlarını sona erdirmek
için yeterlidir. Bu gerçek karşısında her insanın kendi bedenindeki yaratılış
mucizeleri üzerinde düşünmesi ve bu bedeni kusursuzca yaratan Allah'a şükredici
olması gerekir. Bizim tek bir sistemini, hatta tek bir hücresini dahi
üretmekten aciz olduğumuz bu beden, Allah'ın bizlere bir lütfudur. Allah
insanlara bir ayetinde şöyle buyurur:
Sizleri Biz yarattık, yine de tasdik
etmeyecek misiniz? (Vakıa Suresi, 57)
YARATILIŞ BİLİMSEL BİR GERÇEKTİR
UBA, evrimcilerin klasik iddiasını
tekrarlamakta ve yaratılışın bilimsel bir açıklama olmadığını öne sürmektedir.
(Bilim ve Yaratılışçılık, s. xii) Oysa, Yaratılış gerçeği, özellikle
içinde bulunduğumuz dönemde bilimsel bulgularla kesin olarak desteklenmektedir.
Bir
teorinin bilimsel olup olmadığını görmek için bu teorinin iddialarının bilimsel
gözlem ve deneylerle sınanması, elde edilen verilerin bu iddialarla uyumlu olup
olmadığının belirlenmesi gerekir. Canlıların bilinçli bir tasarımla
yaratıldıkları açıklamasını da aynı metodla sınamak mümkündür. Tüm bu sınamalar
ise tüm canlıların ve evrenin yaratıldıkları gerçeğini ortaya koymaktadır.
Ayrıca
şunu da belirtmek gerekir ki, ön yargısız, hür düşünebilen, belli ideolojilere
bağnazca bağlanmamış her insan, tüm evrenin ve canlıların kusursuz bir
yaratılışla yaratıldıklarını, üstün bir güce, sonsuz bir akla sahip bir Yaratıcı'nın
eseri olduklarını kolaylıkla görebilir. Bunun için, kendi bedenini, evindeki
tek bir çiçeği, soluduğu havayı düşünmesi yeterlidir. Ancak evrim teorisine
bağnazca kapılanların düşünmelerine ve akıllarını kullanmalarına faydası olur
ümidiyle, canlıların bilinçli bir tasarımla yaratılmış olduklarının bazı
delillerini açıklama gereği duyuyoruz:
1.
Canlılar, tesadüfi süreçlerle aşama aşama birbirlerinden evrimleşerek
türememişler, tek bir anda, özgün yapılarıyla yaratılmışlardır.
Burada
belirtilen gerçeği test etmenin en kesin yolu, fosil kayıtlarıdır. Fosil
kayıtları, Yaratılış açıklamasını kesin olarak doğrular niteliktedir. Canlılar
yeryüzü tabakalarında, kendilerine has yapılarıyla, eksiksiz olarak ve aniden
ortaya çıkmaktadırlar. Yaklaşık 530 milyon yıllık Kambriyen patlaması,
canlıların yaratıldıklarının en açık delillerinden biridir. Çünkü, bu
tabakalarda yaklaşık 100 hayvan filumu, hiçbir evrimsel ataya sahip olmadan
aniden ortaya çıkmaktadırlar. Daha önceden sadece tek hücrelilerin ve bazı basit
çok hücrelilerin yaşadığı yeryüzünde, birden bire 100 farklı filuma ait
canlının ortaya çıkması, bunların birbirlerinden son derece farklı ama bir o
kadar kompleks organ ve sistemlere sahip olmaları, elbette ki bilinçli bir
tasarımın ve dolayısıyla yaratılışın kanıtıdır. UBA yazarlarının kitap boyunca
bir kez bile Kambriyen Dönemi'nden bahsetmemelerinin nedeni, bu gerçeği
gözlerden kaçırmak isteyişleridir.
2.
Canlılardaki kompleks yapı ve sistemler tesadüfi doğa mekanizmalarıyla meydana
gelmiş olamaz.
Canlıların
yaratıldıklarının bir diğer delili de, ancak bilinçli tasarımla açıklanabilecek
olan kompleks yapı ve sistemlerdir. Hücre, bakteri kamçısı, kanın pıhtılaşma
sistemi, proteinler, beyin, göz gibi birçok organ ve yapı olağanüstü bir
tasarıma ve indirgenemez kompleksliğe sahiptir. Bunların bilinçten yoksun
cansız maddeler ve tesadüfen meydana gelen doğa olayları sonucunda var
olduklarını iddia etmek, evinizdeki video kameranın veya televizyonun bir
deprem sonucunda hurda yığınında tesadüfen oluştuklarını iddia etmekten çok
daha mantıksızdır. Bir yerde bilinçsiz etkilerle açıklanamayacak, kompleks,
anlamlı bir tasarım var ise, o zaman bu tasarımı gerçekleştiren akıl sahibi bir
güç de var demektir. Bu çok açık bir gerçektir.
Evrimcilerin
bu açık gerçeği kabul etmemek için getirdikleri mantık dışı itirazlardan biri
de, tasarımın nasıl tespit edileceği sorusudur. Bunun cevabı da çok açıktır.
Öncelikle sağduyu bu konuda insana yol gösterir. Örneğin ağaçlarla kaplı, insan
eli değmemiş bir adada yürüyen ve bu adaya gelen ilk kişi olduğunu düşünen bir
insanın karşısına eğer bir araba çıkarsa, bu insan bu arabanın bu adada,
kendiliğinden tesadüfler sonucu meydana geldiği sonucuna varmayacaktır. Adada
başka insan görmemiş olmasına rağmen, bu arabayı tasarlamış, imal etmiş
insanlar olduğundan emin olacaktır. Ayrıca, adaya ilk gelen akıl sahibi
varlığın kendisi olmadığını da bu delil (araba) yoluyla anlayacaktır.
Biyolojik
yapılarda tasarımın nasıl tespit edileceği konusunda ise, matematikçi William
Dembski'nin ortaya koyduğu bilimsel kriterler yol göstericidir. Dembski, The
Design Inference: Eliminating Chance Through Small Probabilities (Tasarım
Çıkarımı: Tesadüfün Küçük Olasılıklarla Elimine Edilmesi) adlı kitabında, bir
yapının tesadüflerle açıklanmasının hangi aşamada imkansız sayılacağını ve
bilinçli bir tasarımın varlığının tartışmasız kabul edileceğini matematiksel
olarak göstermektedir. Dembski'nin kriterine karşı evrimciler suskundur.
Evrimcilerin
bu konudaki kaçış yöntemi ise, daha önceki konularda da incelendiği gibi,
kompleks olduğu söylenen yapıların aslında doğal seleksiyon yoluyla
evrimleşebileceğini iddia etmeleridir. Oysa bu da çok kolay sınanabilecek bir
iddiadır. Örneğin, kamçısı olmayan bir bakteriyi laboratuvarda binlerce nesil
boyunca yetiştirip, tesadüfi mutasyonlara maruz bıraktıktan sonra, bu bakteride
indirgenemez kompleksliğe sahip bakteri kamçısının oluşup oluşmadığı
gözlemlenebilir. Eğer, bu deney sonucunda bakteride, bakteri kamçısı oluşursa,
o zaman tesadüflerin ve doğal seleksiyonun indirgenemez komplekslikte yapılar
oluşturabildikleri iddiasının bir anlamı olur. Bırakın bunu, bu bakteride tek
bir yeni proteinin oluşması bile evrimciler için başarı hanesine yazılacaktır.
Ancak hiçbir deney böyle bir sonuç vermemiştir. Böyle bir deneyin sonuç
vereceğine inanmak, bir hurda yığınını milyonlarca sene bırakıp, ileride bu
yığından bir jet çıkıp çıkmayacağını denemek kadar anlamsız olur.
Aslında,
bu noktada evrimcilerin içinde bulundukları sığ, materyalist felsefeye bağnazca
bağlanmaktan dolayı çok açık gerçekleri dahi göremeyen garip mantık çöküntüsüne
şahit olmaktayız. Bir insan, odaya girdiğinde masadaki kağıdın üzerinde
"SAAT 10'DA EVDE OLACAĞIM" diye bir not görse, bu notun rüzgardan
açılan pencerenin çarpıp döktüğü mürekkep tarafından tesadüfen yazıldığını
düşünmez. Bu yazıyı eşinin veya çocuğunun yazdığından emin olur. Bunun için
bilimsel metodla bir inceleme gerekmez. Neyin kendiliğinden oluşabileceği,
neyin oluşamayacağı, neyin akıllı bir tasarımın eseri, neyinse kendiliğinden
oluştuğu açıktır. Örneğin ormanda yürürken, önünüze çıkan bir ağacın yıkılmış
olduğunu görürseniz, bu ağacın kendiliğinden, rüzgar nedeniyle veya bir başka
etkenle yıkılmış olabileceğini düşünürsünüz. Ancak ormandaki patikanın sağ
tarafındaki ağaçlar ardışık olarak yıkılmış ise, burada bilinçli bir yıkma
eylemi olduğunu, buraya gelen akıl sahibi insanların bir plan üzerine yolun bir
tarafındaki ağaçları birer atlayarak yıktıklarını ve bunun bir amacı olduğunu
anlarsınız.
Öyle
ise, canlıları ve yaratılışı düşünelim. Eğer, yeryüzünde tek bir canlı bile
yokken, cansız topraktan, madenlerden, kumdan, minerallerden oluşan yeryüzünde,
en az bir şehir kadar kompleks bir yapıya sahip bir hücrenin ortaya çıktığını
öğrenirsek, bu bize bu hücrenin bilinç ve akıl sahibi bir güç tarafından
yaratıldığını gösterir. Kameranın tesadüfen oluşamayacağını bilen bir akıl,
kamerayı tasarlamak için model alınan ve kameradan çok daha kusursuz bir
sisteme sahip olan gözün de tesadüfen oluşamayacağını görür. Diyaliz
makinesinin, tesadüflerin eseri olmadığını, bu makineyi tasarlayan, üreten,
monte eden, kullanan doktorlar, mühendisler, işçiler, teknisyenler olduğunu
bilen akıl, diyaliz makinesi için model olarak kullanılan ve diyaliz
makinesinden çok daha yetenekli, çok daha kullanışlı, çok daha küçük olmasına
rağmen çok daha fazla kapasiteli böbreklerin tesadüfen oluşamayacaklarını
kavrayabilir. Bir bilgisayarın oluşturulabilmesi için binlerce zeki, bilgili,
tecrübeli ve yetenekli mühendisin, teknisyenin, programcının ve tasarımcının
görev aldığını bilen bir akıl, bir bilgisayardan binlerce kez daha üstün
yeteneklere ve kompleksliğe sahip insan beyninin tesadüfler sonucunda
oluşamayacağını görebilir.
Bu
açık gerçekleri göremeyenler ise materyalizme ve Darwinizm'e, putperest bir
dine bağlanır gibi bağlananlardır. Evrimciler, materyalist dünya görüşlerini
kaybetmemek için, dünyaya, canlılığa, doğa kanunlarına materyalizm dışında bir
açıklama getiren her türlü düşünceyi en başından, hatta daha dinlemeden
reddetmektedirler. Yaratılış gerçeğini eleştiren UBA yazarlarının ve diğer
evrimcilerin, Yaratılış hakkında ve kendi iddiaları üzerinde hiç
düşünmedikleri, tek amaçlarının ideolojilerini kaybetmemek olduğu, bunun
getirdiği endişe ve telaşla yazdıkları ve konuştukları açıkça belli olmaktadır.
Yukarıda
verdiğimiz örneğe geri dönüp bir benzetme ile evrimcilerin içinde bulundukları
garip durumu açıklayabiliriz. Hatırlarsanız, önceki sayfalarda, bir ıssız adaya
ayak basan ilk kişinin kendisi olduğunu zanneden bir insanın örneğini vermiş ve
bu insan bu adada bir araba ile karşılaşırsa doğal olarak bu adaya daha önce
başka insanların geldiğini anlayacaktır demiştik. Peki ya bu insan, bu adaya
ilk ayak basan kişinin kendisi olması gerektiği konusunda anlaşılmaz bir inat
ve kararlılık içinde ise? Ve kesinlikle bu adaya kendisinden önce başka hiç
kimsenin gelemeyeceği konusunda ısrar ediyor ve adada böyle bir arabanın
bulunması dahi onu ikna etmiyorsa? O zaman bu insan, o arabanın varlığını
açıklamak durumunda kalacak ve elbette ki öne sürdüğü açıklamalar "saçmalamak"tan
öteye gitmeyecektir. Bu arabanın en yakın kara parçasından bir fırtına ile
buraya sürüklendiğini, veya milyonlarca yıl içinde çıkan fırtınaların adadaki
çalı çırpıyı, hayvanların derilerini, kemiklerini biraraya getirip bu arabayı
oluşturduğunu iddia etmeye kadar mantıksızlıklarını sürdürebilecektir. Ve bu
kişi bütün ömrünü teoriler üretip, adaya ilk çıkanın kendisi olduğunu ve bu
arabanın buraya insanlar tarafından getirilmediğini ispatlamaya çalışmakla
geçirecektir. Bir teorisi tutmayınca diğerine yönelecektir. Ancak dikkat
edilirse amacı gerçeği bulup araştırmak değil, hayatını adadığı
"takıntısını" insanlara kabul ettirmeye çalışmak olacaktır. Yani
delillerin ona gösterdiğini görmezden gelecek, kendi inanmak istediğine
inanmaya devam edecektir. İşte evrimciler en az bu kadar saçma ve mantıksız bir
inat ve bağnazlık içindedirler. Amaçları, hayatın gerçek kökenini bulmak değil,
hayatlarının tek ideolojisi olan materyalizmi sonuna kadar yaşatabilmektir. Bu
nedenle açık olan delilleri görememekte, gördüklerini ise ya saklamaya ya da
çarpıtmaya çalışmaktadırlar. UBA'nın kitapçığı bunun en açık örneğidir.
OKULLARDA YARATILIŞ GERÇEĞİ
ÖĞRETİLMELİDİR
UBA
yazarları kitapçıkta Yaratılış'ın okullarda okutulamayacağını çünkü bilimsel
olmadığını, inançla ilgili olduğunu iddia etmektedir. Ancak önceki sayfalarda
da belirtildiği gibi Yaratılış, bilimsel delillerle desteklenen bir gerçektir
ve elbette ki fen derslerinde müfredata alınabilir. Örneğin biyoloji
derslerinde, hücredeki, proteindeki, beyindeki, hücreler arası haberleşme
sistemindeki bilinçli tasarım anlatılabilir.
ABD'de
ve birçok ülkede okullarda evrim teorisi, hayatın kökenini açıklayan tek
açıklama ve ispatlanmış bilimsel bir gerçek gibi sunulmaktadır. Oysa, artık
böyle olmadığı bilinmektedir. Bu kitapta da incelendiği gibi, evrim teorisinin
tek bir bilimsel delili dahi bulunmamaktadır. Dolayısıyla, eğer öğrencilere
hayatın kökenini açıklayan teoriler öğretilecekse, bunların arasında Yaratılış
gerçeği de olmalıdır. Bunun yanında, evrim teorisinin yeryüzündeki yaşamı
açıklayamadığı belirtilmeli ve teorinin aleyhindeki bilimsel kanıtlar da
öğrencilere öğretilmelidir. Aksi takdirde, öğrenciler tek yönlü ve ideolojik
bir sistemin dayattığı bir teoriye inanmaya mecbur bırakılmaktadırlar.
İşte
Amerika'daki müfredatla ilgili tartışmanın özünde bu dogmatik Darwinist düzene
karşı gösterilen haklı tepki vardır.
Yakın
zamana kadar Darwinizm'i eleştirmek, büyük bir tepkiyi göze almak demekti.
Darwinizm'i eleştiren öğretim görevlileri görevlerinden alınıyor, bilim
adamlarının makaleleri bilim dergilerinde yayınlanmıyor, bu kişilere karşı
medyada ateşli bir anti propaganda yürütülüyordu. Ancak bilimsel delillerin
giderek artan bir hız ve miktarda Darwinizm'in aleyhinde birikmeye
başlamasıyla, Darwinizm eleştirileri de daha fazla ses getirmeye ve etkili
olmaya başladı. Bunun bir sonucu da eğitim sistemine olan etkisi oldu. Evrim
teorisinin bilimsel bir gerçek olmadığının farkında olan birçok bilim adamı,
politikacı, öğretim görevlisi ve veli, çocuklarına evrim teorisinin tek yanlı
olarak anlatılmasına karşı yoğun bir kampanya başlattılar. Bu kampanyanın bir
sonucu olarak Georgia ve Ohio eyaletlerinde, okullarda yaratılışın da
anlatılmasına izin verilmesine karar verildi. İlk karar Amerika'nın güneydoğu
eyaletlerinden biri olan Georgia eyaletinde çıktı. ABC News, internet sitesinde
bu haberi şöyle duyurdu:
Georgia'nın
ikinci en büyük okul bölgesi yönetim kurulu perşembe akşamı öğretmenlere
hayatın kökenine ilişkin, yaratılış dahil, farklı görüşleri öğretme izni verilmesi
konusunu oyladılar. Cobb Eyalet okulu yönetim kurulu tarafından oy birliğiyle
onaylanan teklif, eyaletin "türlerin kökeni çalışması dahil, bilimsel
olarak tartışılan akademik konuların dengeli bir eğitim sağlamanın önemli bir
unsuru".... olduğuna inandığını ifade etmektedir.
Lise üçüncü
sınıf öğrencisi Michael Gray dahil destekçiler, yönetim kurulunun seçiminin
akademik özgürlüğü desteklediğini söylediler. Pope Lisesi'ne devam eden Gray,
"Evrim ile ilgili bir dönem ödevi hazırlamak zorunda kaldım ve içinde
aksini benim bile ispatlayabileceğim ya da aksi nedenler sunabileceğim şeyler
vardı. Erkek kardeşim ve kız kardeşime bu seçeneğin verilmesini ve bunun
(evrimin) mutlak gerçek olduğunun söylenmemesini istiyorum" dedi.1
Darwinist
çevreler bu karar karşısında alarma geçtiler. Buradaki ilginç durum ise
evrimcilerin, entelektüel bir çaba göstermek yerine, hukuki yolları
kullanmalarıydı. ABC News'in bildirdiğine göre, Americans United for Separation
of Church and State yönetim kurulu üyesi Barry Lynn, Cobb Eyalet okuluna dava
açacaklarını söyledi. Lynn'in göz ardı ettiği nokta, Ortaçağdaki engizisyon
mahkemelerinin kullandığı metodun aynısını kullanıyor olmasıydı: Bilimsel bir
görüşü "hukuki" yollardan yenmeye çalışmak.
Engizisyon,
Batlamyus'a ait evren modeli gibi dogmalarını korumayı başaramamıştı ve
bilimsel bulgular üstün gelmişti. Darwinist çevreler de evrim adlı dogmayı
korumayı başaramayacaklardır.
Georgia
Eyaletinden sonra, Ohio Eyaleti Eğitim Kurulu da Ohiolu öğrencilerin evrim
teorisine karşı delilleri öğrenmelerini talep etti. Darwinizm'i eleştiren
çalışmaları destekleyen bir kuruluş olarak Seattle'da kurulan Discovery
Institutetan John G.West Jr. tarafından yazılan bir makalede Darwinizm'in
düşüşü, taraftarlarının bağnazlığı ve ilkel taktikleri oldukça iyi
özetleniyordu:
Aylar süren
görüşmelerden sonra, 10 Kasım'da, Ohio Eyaleti Eğitim Kurulu, oybirliğiyle,
Ohiolu öğrencilerin "bilim adamlarının araştırmalarını nasıl
sürdürdüklerini ve evrimsel teorinin konularını eleştirerek nasıl analiz ettiklerini"
öğrenmelerini gerektiren bilim standartlarını benimsedi.
Böylelikle Ohio,
öğrencilerin yalnızca Darwin'in teorisini destekleyen bilimsel delilleri değil,
aynı zamanda onu eleştiren bilimsel delilleri de öğrenmelerine hüküm veren ilk
eyalet oldu... Ohiolu öğrencilerin, lise diploması almak için gereken mezuniyet
testlerini geçmek için Darwin'in teorisinin bilimsel eleştirilerini de
öğrenmeleri gerekecek.
Ohio, eyalet
yetkililerinin müfredat programını evrimin bilimsel eleştirilerini de içerecek şekilde
genişlettiği tek yer değildir. Eylül ayında, ülkedeki en büyük banliyo okul
bölgesi olan, Georgia'daki Cobb Eyalet Okulları Bölgesi, "dengeli bir
eğitimin" parçası olarak evrimle ilgili " karşıt görüşleri"
tartışmaya teşvik eden bir politika benimsedi. Ve geçen sene, Kongre, bir dönüm
noktası olan "Hiçbir Çocuğun Geride Bırakılmaması Kanunu" (No Child
Left Behind Act)nun öğrencilerin "biyolojik evrim gibi" tartışmalı
bilimsel konuları kapsarken "bilimsel görüşlerin bütün genişliğiyle"
bilgilendirilmesini gerektirdiğini rapor etti.
Yıllarca gündem
dışına atıldıktan sonra, Darwin'in teorisinin eleştirileri mesafe katetmiş
görünmektedir. Neler oluyor? Ve neden şimdi?
Çok önemli iki
gelişme var.
Birincisi,
evrimin birçok okulda aslında kalitesiz yoldan öğretildiğinin giderek artan
şekilde kamuoyu tarafından fark ediliyor olmasıdır. Biyolog Jonathan Wells'in Evrimin
İkonları (Icons of Evolution) adlı kitabı sayesinde, daha fazla kişi
biyoloji ders kitaplarının birçoğunun, birçok biyolog tarafından artık iyi
bilim olarak kabul edilmeyen, itibarını kaybetmiş evrim "ikonlarını"
nasıl devam ettirdiğini öğrendi. Aslında 19. yüzyıl Alman Darwinisti Ersnt
Haeckel tarafından uydurulmuş sahte bulgular olduğu utandırıcı gerçeğinin
ortaya çıkmasına rağmen, birçok ders kitabında Darwin'in ortak soy kökeni
teorisini ispatladığı iddia edilen embriyo çizimleri halen görünmeye devam
etmektedir. Ders kitapları bunun gibi, altında yatan araştırma şu anda birçok
biyolog tarafından sorgulanıyor olmasına rağmen, Sanayi Devrimi kelebeklerini
Darwin'in doğal seleksiyon mekanizmasının delili olarak göstermeye devam
etmektedir.
Ders kitapları,
evrim teorisi üzerindeki hararetli bilimsel anlaşmazlıkları da göz ardı
etmektedir. Örneğin çok az öğrenci, bundan 500 milyon yıl öncesinde kompleks
canlıların patlaması olarak bilinen Kambriyen patlaması hakkında sürdürülen
hararetli tartışmalardan haberdardır.
Öğrencileri
Darwinizm'in sorunları konusunda bilgilendiren öğretmenler genellikle yalnızca
Darwinci düşünce polisleri olarak tanımlanabilecek kişiler tarafından yapılan
eziyetlerle karşılaşmışlardır. Washington Eyaletinde, Haeckel'in embriyoları ve
Sanayi Devrimi kelebekleri gibi konulardaki bilimsel tartışmaları öğrencilere
anlatmak isteyen saygıdeğer bir biyoloji öğretmeni sonunda yerel Darwinciler
tarafından okul çevresinden uzaklaştırılmıştır...
Darwin'e yönelik
eleştirilerin son dönemlerde güçlenmesini ateşleyen ikinci bir gelişme de eski
bir kalıbın ortadan kalkmasıdır.
... Evrimin yeni
eleştirmenleri, laik üniversitelerin biyoloji, biyokimya, matematik ve ilişkili
bilim dallarından doktora dereceleri olan kişilerdir ve birçoğu Amerikan
üniversitelerinde eğitmenlik ya da araştırma yapmaktadır. Bu eleştirmenler
Lehigh Üniversitesi'nden biyokimyager Michael Behe, Idaho Üniversitesi'nden
mikrobiyolog Scott Minnich ve Baylor Üniversitesinden filozof ve matematikçi
William Dembski gibi bilim adamlarıdır.
Darwin'in bu
akademik eleştirmenlerinin sayısı artmaktadır. Geçen sene içinde, 150'den fazla
bilim adamı -Yale, Princeton, MIT ve Smithsonian gibi kuruluşların fakülte
üyeleri ve araştırmacıları dahil- neo-Darwinizm'in "rastgele mutasyon ve
doğal seleksiyonun hayatın karmaşıklığı için delil oluşturduğu" temel
iddiasına yönelik kuşkularını ifade eden bir bildirgeyi benimsemişlerdir.2
Darwinizm'in
ABD'deki bu hızlı düşüşü önümüzdeki yıllarda da devam edecek gibi
görünmektedir. Belki yalnızca birkaç on yıl sonra, insanlar böylesi çürük bir
iddianın nasıl olup da 20. yüzyıl bilimine hakim olduğunu soracaklardır. Ve,
insanlık, Darwinistlerin gizlemeye çalıştıkları gerçeği, yani tüm evrenin ve
canlıların doğanın kör güçlerinin değil, üstün bir güç ve akıl sahibi Allah'ın
eseri olduğunu kabul edecektir.
SONUÇ
Kitap boyunca, evrim teorisinin
paleontoloji, moleküler biyoloji, biyokimya, genetik, antropoloji gibi bilim
dallarında elde edilen veriler neticesinde çöktüğünü, evrim teorisini
destekleyen tek bir bilimsel kanıt dahi olmadığını gördük. Kitabın giriş
bölümünde de bahsettiğimiz gibi, evrim teorisi bilimsel deliller olduğu için
değil, materyalistlerin Allah'ın varlığını inkar etmelerine sözde bilimsel bir
zemin hazırladığı için savunulmaktadır. Darwinizm, bilimle değil felsefe ile
savunulur. Bu felsefenin temelini ise rastlantılar oluşturur. Zeki, dünyanın
belki de en iyi eğitimlerini almış milyonlarca insanın, böyle akıl ve bilim
dışı bir teoriye kendilerini adamalarının tek açıklaması ise, 19. yüzyıldan
günümüze kadar süren "büyü"dür.
Ulusal
Bilimler Akademisi'nin kitapçığında da görüldüğü gibi, evrimciler ne
dediklerini, iddialarının gerçekte ne anlama geldiğini düşünmemektedirler.
Onlar için gerçekler, deliller ve doğanın gerçek işleyişi değil,
ideolojilerinin her ne pahasına olursa olsun savunulması önemlidir. Bu yüzden
bilinen tüm bilimsel gözlem ve deneylere aykırı olan, akıl dışı iddiaları
"bilimsellik" kılıfı altında savunurlar. Columbia Üniversitesinden
Profesör Erwin Chartaff'ın da belirttiği gibi, "Bizim zamanımız
mitolojinin moleküler seviyeye ilk kez sızdığı bir zamandır."
Evrim
teorisini eleştiren kitapları ile tanınan Philip E. Johnson, Defeating
Darwinism by Opening Minds (Zihinleri Açarak Darwinizm'i Yenmek) isimli
kitabında evrimcilerin Darwinizm'in iddialarına hiç düşünmeden, bir ön kabulle
inandıklarını ve aslında bu iddiaların ne anlama geldiğini hiç tartmadıklarını
şöyle ifade etmiştir:
Bu konu üzerinde
üniversitelerdeki konuşmalarım ve tartışmalarımdan edindiğim tecrübelerim bilim
adamlarının ve profesörlerin akıllarının evrim konusunda karışık olduğunu
gösterdi. Birçok detay biliyorlar, ama temelini anlamıyorlar. Söylediklerinin
ne anlama geldiğini düşünmüyorlar. Bir ön kabul oluşuyor. Örneğin bir
molekülden insana (doğru ilerleyen sözde) evrimin, köpek çeşitleri veya
gagalardaki farklılıklarla açıklayabilecekleri kadar basit bir işlem olduğunu
zannediyorlar. Fosillerin Darwinizm'i doğruladığını, maymunların eğer doğal
seleksiyon gibi bir mekanizma ile desteklenirlerse hiç yanlışsız olarak
Hamlet'i daktilo edebileceklerine inanabiliyorlar.1
Michael
Denton da, Evolution: A Theory in Crisis (Evrim: Kriz İçinde Bir Teori)
adlı kitabında bir Darwinist'in canlıların üstün kompleks sistemlerinin
"tesadüflerin eseri" diye görmesindeki garipliği şöyle anlatmaktadır:
Yüksek
organizmaların genetik programlarının yapısı, milyarlarca bit (bilgisayar
birimi) bilgiye ya da bin ciltlik küçük bir kütüphanenin içindeki tüm harflerin
dizilimine eşdeğerdir. Bu denli kompleks organizmaları oluşturan trilyonlarca
hücrenin gelişimini belirleyen, emreden ve kontrol eden sayısız karmaşık
işlevin tamamen rastlantıya dayalı bir süreç sonucunda oluştuğunu iddia
etmek ise, insan aklına yönelik bir saldırıdır. Ama bir Darwinist, bu düşünceyi
en ufak bir şüphe belirtisi bile göstermeden kabul eder!2
Cansız
maddelerin rastlantısal olaylar sonucunda biraraya gelerek New York şehri kadar
kompleks bir organizma olan hücreyi meydana getirdiğine, insan aklının
mutasyonların eseri olduğuna, dünyanın bir anda, tesadüflerin sonucunda 100
farklı hayvan filumu ile dolduğuna inanan bir insan gerçekten de büyü altında
demektir ve büyünün etkisi ile "insan aklına yönelik bir saldırıda"
bulunmaktadır.
Bu
bilim adamlarının dışında kalan kesim ise, bilim adamı veya "Bilimler
Akademisi" ünvanı taşıyan bu kişi ve kuruluşların ünvanları ile
büyülenmekte, onların her dediği doğrudur mantığı ile hareket ederek,
kendilerine sunulan iddiaları düşünmeden kabul etmektedirler. İnsanlık üzerinde
yaklaşık 2 asırdır devam eden bu büyüyü kaldırmanın yolu ise, evrim teorisinin
mantıksızlıklarını ortaya koymak, bu teoriyi hem bilimsel hem de felsefi yönden
çürütmektir.
İçinde
bulunduğumuz yüzyılda, insanlık büyük ölçüde bu büyüden kurtarılmıştır.
Elinizde bulunan kitap ise, bu büyünün en önemli kaynaklarından birinin
geçersizliğini ortaya koyarak, büyünün etkisini daha da kırmaktadır. 21.
yüzyılın sonunda büyü tamamen kalkmış olacak ve insanlık 2 yüzyıl boyunca
insanların nasıl olup da bu kadar saçma bir teorinin esiri olduklarına
şaşıracaktır.
NOTLAR
GİRİŞ
1
Chandra Wickramasinghe, London Daily Express ile bir röportajından, 14 Ağustos
1981
2 Dr.
Michael Walker, Quadrant, Ekim 1982, s.44
3. Søren
Løvtrup, Darwinism: The Refutaion of a Myth, s.422 (1987)
UBA'NIN
HAYATIN KÖKENİ
HAKKINDAKİ
YANILGISI
1
Lahav, Noam, Biogenesis: Theories of Life's Origins, s. 138-139 (Oxford
University Press, 1999).
2 Klaus
Dose, 'The Origin Of Life: More Questions Than Answers', Interdisciplinary
Science Reviews, cilt 13, no.4, 1988, s. 348
3
Andrew Scott, 'Update on Genesis', New Scientist, vol. 106, 2 Mayıs 1985, s. 30
4 SBS
Vital Topics, David B. Loughran, Nisan 1996, Stewarton Bible School, Stewarton,
Scotland, URL:http://www.rmplc.co.uk/eduweb/sites/sbs777/vital/evolutio.html
5
John Horgan, 'In the Beginning', Scientific American, cilt 264, Şubat 1991, s.
119
6
G.F. Joyce, L. E. Orgel, 'Prospects for Understanding the Origin of the RNA
World', In the RNA World, New York: Cold Spring Harbor Laboratory Press, 1993,
s. 13
7
Jacques Monod, Chance and Necessity, New York: 1971, s.143
8
Gabby L.Dover, "Looping the Evolutionary loop. Review of the origin of
life from the birth of life to the origin of language", Nature, 1999, 399:
218
9
Leslie E. Orgel, 'The Origin of Life on the Earth', Scientific American, Ekim
1994, cilt 271, s. 78
10
John Horgan, The End of Science, MA Addison-Wesley, 1996, s. 139
UBA'NIN DOĞAL
SELEKSİYON YANILGISI
1
Genelde düşünülmeden tekrarlanan bir fikir veya ifade, deyim.
2
Stephen Jay Gould, "The Return of Hopeful Monsters", Natural History,
cilt 86, Temmuz-Ağustos 1977, s. 28
3
S.J. Gould, Scientific American, Ekim 1994, s. 85.
4
Science, 1982, no: 217, s. 1239-1240
5
Noble, et al., Parasitology, sixth edition, "Evolution of
Parasitism", Lea and Febiger, 1989, s. 516.
6 Stephen
Jay Gould, Ever since Darwin, W. W. Norton, 1997, NewYork, s. 40-41
7
Pierre Paul Grassé, Evolution of Living Organisms, 1977, s. 124-125
8
J.B.S. Haldane, "Darwinism Under Revision", in
Rationalist
Annual (1935), s. 24.
9
R.H. Peters, "Tautology in Evolution and Ecology", American
Naturalist (1976), Vol. 110, No. 1, s. 1
10
Steven Stanley, Macroevolution: Pattern and Process (1979), John Hopkins
University, s. 193.
11.
K.R. Popper, A Pocket Popper, ed. David Miller, Fontana, London, 1983; s. 242
12
Stephen J. Gould, Ever Since Darwin, W. W. Norton, NewYork, 1977, s. 39
13
Francis Darwin, The Life and Letters of Charles Darwin, Cilt.II, New York:D.
Appleton and Company, 1888, s.10
14
Arthur Koestler, Janus: A summing Up, Vintage Books; 1978, s. 185.
15 W.
Coleman, Georges Cuvier:Zoologist, Harvard University Press, Cambridge, Mass,
s. 172-173
16
Richard Dawkins: The Blind Watchmaker. Harmondsworth, Penguin, 1988, s. 5
UBA'NIN
MUTASYONLAR HAKKINDAKİ YANILGILARI
1
Pierre-Paul Grassé, Evolution of Living Organisms, Academic Press, 1977, New
York, N.Y., s.97-98
2
Francisco J. Ayala, "Genotype Environment and Population Numbers",
Science, vol.162 (27 Aralık 1968), s. 1456
3
James F. Crow, "Ionizing Radiation and Evolution", Scientific
American, vol. 201 (Eylül 1959), s. 138
4
"Genetic Effects of Radiation", Bulletin of Atomic Scientists, No:
14, s. 19-20
5
Mahlon B. Hoagland, Hayatın Kökleri, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları 12.Basım,
Mayıs 1998, s. 69
6
Mahlon B. Hoagland, Hayatın Kökleri, s. 153
7
Warren Weaver, "Genetic Effects of Atomic Radiation", Science, cilt
123, 29 Haziran 1956, s. 1159
8
Warren Weaver, "Genetic Effects of Atomic Radiation", Science, s.
1158
9
I.L. Cohen, Darwin Was Wrong: A Study in Probabilities, New York: New Research
Publications, Inc., 1984, s. 81
10
Kevin Padian, "The Whole Real Guts of Evolution", Review of Genetics,
Paleontology and Macroevolution, By Jeffrey S. Levinton, s. 77
11
Pierre-Paul Grassé, Evolution of Living Organisms, Academic Press, 1977, New
York, N.Y., s.97-98
12
Dr. Lee Spetner, "Lee Spetner/Edward Max Dialogue: Continuing an exchange
with Dr. Edward E. Max", 2001, http://www.trueorigin.org/spetner2.asp
13
Dr. Lee Spetner, http://www.trueorigin.org/spetner2.asp
14
Dr. Lee Spetner, http://www.trueorigin.org/spetner2.asp
15
Dr. Lee Spetner, http://www.trueorigin.org/spetner2.asp
16
Dr. Lee Spetner, http://www.trueorigin.org/spetner2.asp
17 Gordon
R. Taylor, The Great Evolution Mystery, New York, Harper & Row, 1983, s. 48
18 Michael
Pitman, Adam and Evolution, London, River Publishing, 1984, s. 70
UBA'NIN
TÜRLEŞME
KONUSUNDAKİ
YANILGILARI
1
J.A. Endler, "Conceptual and Other Problems in Speciation", s. 625,
D. Otte, J.A. Endler (editors), Speciation and Its Consequences, Sinauer
Associates, Sunderland, Massachusetts, 1989.
2
Prof. Dr. Ali Demirsoy, Yaşamın Temel Kuralları, Cilt I / Kısım I, 11. baskı, Meteksan
Yayınları, Ankara, 1998, s. 624.
3 M.
Encarta Encyclopedia 2001 Deluxe Edition CD, "Spider (arthropod)".
4
Timothy A. Mousseau, Alexander E. Olvido, "Geographical Variation",
Encyclopedia of Life Sciences, 2000, ğ.els.net
5
Niles Eldredge, The Pattern of Evolution, W.H. Freeman and Company, New York,
2000, s. 61.
6
Francis Darwin, The Life and Letters of Charles Darwin, Cilt.II, D. Appleton
and Company, New York, 1888, s. 210.
7
Richard G. Harrison, "Diverse origins of biodiversity", Nature, vol.
411, 7 Haziran 2001, s. 635-636.
8
Jeffrey H. Schwartz, Sudden Origins: Fossils, Genes, and the Emergence of
Species, John Wiley & Sons, New York, 2000, s. 300.
9
Kevin Kelly, Out of Control: The New Biology of Machines, Fourth Estate,
London, 1995, s. 475.
10
Gordon R. Taylor, The Great Evolution Mystery, Harper & Row, New York,
1983, s. 48; Michael Pitman, Adam and Evolution, River Publishing, London,
1984, s. 70; Jeremy Rifkin, Algeny, Viking Press, New York, 1983, s. 134.
11
Pierre-Paul Grassé, Evolution of Living Organisms, Academic Press, New York,
1977, s. 87; L.P. Lester, R.G. Bohlin, The Natural Limits to Biological Change,
second edition, Probe Books, Dallas, 1989, s. 88.
12
Paul N. Pearson, Katherine G. Harcourt-Brown, "Speciation and the Fossil
Record", Encyclopedia of Life Sciences, 2001, ğ.els.net.
13
Kevin Kelly, Out of Control: The New Biology of Machines, Fourth Estate,
London, 1995, s. 470-471.
14
David Tilman, "Causes, consequences and ethics of biodiversity",
Nature, vol. 405, 11 Mayıs 2000, s. 208.
15
David Lack, 'Darwin's Finches', Scientific American, Nisan 1953
16
Peter R. Grant, 'Natural Selection and Darwin's Finches', Scientific American,
Ekim 1991, s. 82-87
17
Jonathan Weiner, The Beak of the Finch, Vintage Books, New York, 1994, s. 19
18
Peter R. Grant, 'Natural Selection and Darwin's Finches', Scientific American,
Ekim 1991, s. 82-87
19
Peter R. Grant, B. Rosemary Grant, 'Speciation and Hybridization in Island
Birds', Philosophical Transactions of the Royal Society of London B 351, 1996,
s. 765-772; Peter R. Grant, B. Rosemary Grant, 'Speciation and Hybridization of
Birds on Islands', s. 142-162 in Peter R. Grant (editor), Evolution on Islands,
Oxford University Press, Oxford, 1998.
20
Lisle Gibbs, Peter Grant, 'Oscillating Selection on Darwin's Finches', Nature,
vol. 327, 1987, s. 511-513
21
Peter R. Grant, 'Natural Selection and Darwin's Finches', Scientific American,
Ekim 1991, s. 82-87
22
Jonathan Weiner, The Beak of the Finch, Vintage Books, New York, 1994, s.
104-105
23
Gailon Totheroh, 'Evolution Outdated', 2001,
http://?.discovery.org/viewDB/index.php3?prog
ram=CRSCstories&command=view&id=59
24
Jonathan Wells, Icons of Evolution, Regnery Publishing Inc., 2000, s. 173-174.
25
Jonathan Wells, Icons of Evolution, Regnery Publishing Inc., 2000, s. 174-175;
Bkz. National Academy of Sciences, Science and Creationism: A View from the
National Academy of Sciences, Second Edition, Washington DC, 1999
26 Phillip
E. Johnson, 'The Church of Darwin', The Wall Street Journal, 16 Ağustos 1999
UBA'NIN FOSİL
KAYITLARI
HAKKINDAKİ
YANILGILARI
1
Henry Gee, In Search of Deep Time, Cornell University Press, Ithaca, 1999, s.
1-2
2 C.
Darwin (1859), The Origin of Species (Reprint of the first edition), Avenel
Books, Crown Publishers, New York, 1979, s.292
3 C.
Darwin, 1859, Origin of Species, London: John Murray.
4
S.M. Stanley, The New Evolutionary Timetable:Fossils, Genes and the Origin of
Species, Basic Books, Inc Publishers, New York, s.71
5 Michael
Ruse, 'Is There a Limit to Our Knowledge of Evolution', Commentary in
Bioscience, Vol.34, No.2, s. 101; Also printed in (editor) But Is it Science?
Philosophical Question in the Creation/Evolution Controversy, Promotheus Books,
Buffalo, New York, 1988, s. 116-126
6
Niles Eldredge and Ian Tattersall, The Myths of Human Evolution, Columbia
University Press, 1982, s. 59
7 R.
A. Raff and T. C. Kaufman, Embryos, Genes and Evolution: The Developmental
Genetic Basis of Evolutionary Change, Indiana University Press, 1991, s. 34
8
Ernst Mayr, One Long Argument: Charles Darwin and the Genesis of Modern
Evolutionary Thought, Harvard University Press, Cambridge, Massachusetts, 1991,
s. 138
9 S.
J. Gould, Is a new and general theory of evolution emerging?', In Maynard Smith
(editor, 1982, s. 140
10 S.J.
Gould,'Evolution's Erratic Pace', Natural History, vol. 86, Mayıs 1977
11 S.
J. Gould, 'Ten Thousand Acts of Kindness,' Natural History, Vol. 97, No.12,
Aralık 1988, s. 14
12 S.
J. Gould, 'Cordelia's Dilemma', Natural History, Şubat, s. 10-18
13 N.
Eldredge ve I. Tattersall, The Myths of Human Evolution, Columbia University
Press, 1982, s. 45-46
14
David Raup, 'Conflicts Between Darwin and Paleontology', Bulletin, Field Museum
of Natural History, cilt 50, Ocak 1979, s. 24
15 R.
L. Gregory, Eye and Brain: The Physiology of Seeing, Oxford University Press,
1995, s. 31.
16
Phillip E. Johnson, 'Darwinism's Rules of Reasoning', Darwinism: Science or
Philosophy, Foundation for Thought and Ethics, 1994, s. 12
UBA'NIN
ORTAK YAPILARI EVRİME DELİL GÖSTERME YANILGISI
1
Richard Milton, Shattering The Myths of Darwinism, Park Street Press, 1997, s.
179
2
Ronald H. Brady, 'On the Independence of Systematics', Cladistics 1 (1985), s.
113-126
3
Frank Salisbury, 'Doubts About the Modern Synthetic Theory of Evolmution',
American Biology Teacher, Eylül 1971, s. 338
4
Dean Kenyon, Davis Percical, Of Pandas and People: The Central Question of
Biological Origins, Dallas: Haughton Publishing, 1993, s. 33
5
Dean Kenyon, Percival Davis, Of Pandas and People, s. 117
6
Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis, Burnett Books, London, s. 145
7
Michael Denton. Evolution: A Theory in Crisis. London, Burnett Books, 1985, s.
145
8
Richard Milton, Shattering The Myths of Darwinism, Park Street Press, 1997,
s.180-181
9
Gavin De Beer, Homology: An Unsolved Problem, London, Oxford University Press,
1971, s. 15-16
10
Gavin De Beer, Homology: An Unsolved Problem, London, Oxford University Press,
1971; Jonathan Wells, Icons of Evolution, Science or Myth? Why Much of What We
Teach About Evolution Is Wrong, Regnery Publishing, Washington 2000, s. 73-74
11
Ernst Mayr, Population, Species and Evolution, Harvard University Press, 1970;
Richard Milton, Shattering The Myths of Darwinism, Park Street Press, 1997, s.
181
12
Richard Milton, Shattering The Myths of Darwinism, Park Street Press, 1997, s.
181
13
Gregory Wray, 'Evolutionary dissociations between homologous genes and
homologous structures', Homology, (Novartis Symposium 222; Chichester, UK: John
Wiley & Sons, 1999)s. 195-196; Jonathan Wells, Icons of Evolution, 2000,
s.76
14
Gavin De Beer, Homology: An Unsolved Problem, London: Oxford University Press.
1971, s.16
15
Edmund B. Wilson, 'The Embryological Criterion of Homology', s. 101-124 in
Biological Lectures Delivered at the Marine Biological Laboratory of Wood's
Hole in the Summer Session of 1894 (Boston: Ginn & Company, 1895), s. 107;
Jonathan Wells, Icons of Evolution, 2000, s. 71
16
Gavin de Beer, Embryos and Ancestors, Third Edition, (Oxford:Clarendon Press,
1958), s. 152
17
Pere Alberch, 'Problems with the Interpretation of Developmental Sequences,'
Systematic Zoology 34 (1): 46-58, 1985
18
Rudolf Raff, 'Larval homologies and radical evolutionary changes in early
development', s. 110-121 in (Novartis Symposium 222; Chichester, UK: John Wiley
& Sons, 1999), s. 111
19
Gavin De Beer, Homology: An Unsolved Problem, London, Oxford University Press,
1971; Richard Milton, Shattering The Myths of Darwinism, Park Street Press,
1997, s. 180
20
Gavin De Beer, Homology: An Unsolved Problem, London, Oxford University Press,
1971; Richard Milton, Shattering The Myths of Darwinism, Park Street Press,
1997, s. 180
21
Richard Milton, Shattering The Myths of Darwinism, Park Street Press, 1997, s.
180
22
Richard Milton, Shattering The Myths of Darwinism, Park Street Press, 1997, s.
180
23
Rudolf A. Raff, The Shape of Life: Genes, Development, and the Evolution of
Animal Form, Chicago (1996): The University of Chicago Press
24
Richard Milton, Shattering The Myths of Darwinism, Park Street Press, 1997,
s.180
UBA'NIN
TÜRLERİN YAYILIŞINI
EVRİME
DELİL GÖSTERME
YANILGISI
1 G.
Nelson, N. Platnick, Systematics and Biogeography:Cladistics and Vicariance,
Columbia University Press, 1981
2
James Glanz, New York Times, 8 Nisan 2001, Biology Text Illustrations More
Fiction Than Fact
3
Adam Sedgwick, 'The Influence of Darwin on the Study of Animal Embryology', s.
171-184 in A.C. Seward (editör)Darwin and Modern Science, (Cambridge: Cambridge
University Press, 1909), s. 174-176
4
Stephen Jay Gould, 'Heterochrony', in Keller and Llyod (editörler), 1992, s.
161
5 K.
S. Thomson, 'Ontogeny and Phylogeny Recapitulated', American Scientist, vol.76,
1988, s. 273
6 C.
McGowan, In the Beginning... A Scientist Shows Why the Creationists are Wrong,
Prometheus Books, 1984, s. 122
7
Ernst Mayr, The Growth of Biological Thought : Diversity, Evolution and
Inheritance, The Belknap Press of Harvard University Press, 1982, s. 215
8
Nicholas Rasmussen, 'The Decline of Recapitulationism in Early
Twentieth-Century Biology:Disciplinary Conflict and Consensus on the
Battleground of Theory', Journal of the History of Biology 24 (1991), s. 51-89
9 M.
K. Richardson, et al., 'There is no highly conserved embriyonic stage in the
vertebrates: implications for current theories of evolution and development',
Anatomy & Embryology 196 (1997), s. 91-106; ayrıca bkz. Michael K.
Richardson, Steven P. Allen, Glenda M. Wright, Albert Raynaud, ve James Hanken,
'Somite number and vertebrate evolution', Development 125 (1998)
UBA'NIN
MOLEKÜLER BİYOLOJİDEN EVRİME
KANITLAR
OLDUĞU YANILGISI
1
Robert E. Kofahl, Probability and the Origin of Life,
http://www.parentcompany.com/creation_essays/essay44.htm.
2
Francisco Ayala, "The Mechanisms of Evolution", Scientific American,
V. 239, No. 3,1978, s. 56
3
Francisco Ayala, "The Mechanisms of Evolution", Scientific American,
V. 239, No. 3,1978, s. 56
4Popular
Science, Ocak, 2002,
5
J.King ve R. Millar, "Heterogeneity of Vertebrate Luteinizing Hormone-Releasing
Hormone", Science, V. 206, 1979, s. 67.
6
Luther D. Sunderland ve Gary E. Parker, Evolution? Prominent Scientist
Reconsiders, Impact No:108 Haziran 1982,
http://www.icr.org/pubs/imp/imp-108.htm
7
Luther D. Sunderland ve Gary E. Parker, Evolution? Prominent Scientist
Reconsiders, Impact No:108 Haziran 1982,
http://www.icr.org/pubs/imp/imp-108.htm
8 G.
Brown, 1998. "Skeptics choke on Frog: Was Dawkins caught on the
hop?", Answers in Genesis Prayer News (Australia), Nov. 1998, s. 3
9
Mike Benton, "Is a Dog More Like Lizard or a Chicken?", New
Scientist, c. 103, 16 Ağustos 1984, s. 19)
10
Christian Schwabe, "Theoretical Limitations of Molecular Phylogenetics and
the Evolution of Relaxins", Comparative Biochemical Physiology, cilt 107B,
1974, s.171-172
11
Dan Graur, Laurent Duret, ve Manolo Gouy, "Phylogenetic Position of the
Order Lagomorpha (rabbits, hares and allies)", Nature, 379 (1996). S.
333-335,
12
Juke & Holmquist, "Evolutionary Clock: Nonconstancy of Rate, in
Different Species", 177 Science 530, 530 (1972)
13
Hervé Philippe ve Patrick Forterre, "The Rooting of the Universal Tree of
Life Is Not Reliable", Journal of Molecular Evolution 49 (1999), s. 510
14
James a. Lake, Ravi Jain, ve Maria C. Rivera, "Mix and Match in the Tree
of Life", Science 283 (1999), s. 2027
15
Carl Woese, "The Universal Ancestor", Proceedings of the National
Academy of Sciences USA 95 (1998), s. 6854 16 Michael Lynch, "The Age and
the Relationships of the Major Animal Phyla", Evolution 53 (1999), s. 323
17
Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis, 1985, s.277-278
18
Christian Schwabe, "On the Validity of Molecular Evolution", Trends
in Biochemical Sciences, cilt 11, Temmuz 1986
19
Donald Boulter, "The Evaluation of Present Results", 1980, s235-236
20
Elizabeth Pennisi, " Genome Data Shake Tree of Life", Science, Volume
280, Number 5364, 1 Mayıs 1998, s. 672-674.
21
Elizabeth Pennisi, " Genome Data Shake Tree of Life", Science, Volume
280, Number 5364, 1 Mayıs 1998, s. 672-674.
22
Elizabeth Pennisi, " Genome Data Shake Tree of Life", Science, Volume
280, Number 5364, 1 Mayıs 1998, s. 672-674.
23
Elizabeth Pennisi, " Genome Data Shake Tree of Life", Science, Volume
280, Number 5364, 1 Mayıs 1998, s. 672-674.
24
Richard Milton, Shattering The Myths of Darwinism, Park Street Press, 1997,
s.183
25
Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis, 1985, s.279-280
26 A.
Ferguson, Biochemical Systematics and Evolution, Blackie, Glasgow, 1980
27
Richard Milton, Shattering The Myths of Darwinism, Park Street Press, 1997,
s.184
28
Justin Gillis, "Junk DNA' Contains Essential Information", Washington
Post, Çarşamba, 4 Aralık 2002
29 Usdin,
K. and Furano, A.V., "Insertion of L1 elements into sites that
can
form non-B DNA", J. Biological Chemistry 264:20742, 1989. Q. Feng, . et
al., Human L1 retrotransposon encodes a conserved endonuclease required for
retrotransposition, Cell 87:907–913, 1996.
30 R.
M. Menotti, W. T. Starmer, D. T. Sullivan, Characterization of the structure
and evolution of the Adh region of Drosophila hydei, Genetics 127:355-366.
1991.
31
A.J. Mighell., Vertebrate pseudogenes, FEBS Letters 468:113, 2000.
32 E.
Zuckerkandl, et al., "Maintenance of function without selection", J.
Molecular Evolution 29:504, 1989.
33L.K.
Walkup, " Junk DNA", CEN Tech. J. 14(2):18–30, 2000.; K.H. Hamdi, et
al., Alu-mediated phylogenetic novelties in gene regulation and development, J.
Molecular Biology 299(4):931–939, 2000.
34
J.R. McCarrey veA.D. Riggs, Determinator-inhibitor pairs as a
mechanism
for threshold setting in development: a possible function for pseudogenes,
Proc. Nat. Acad. Sci. USA 83:679–683, 1986.
35 M.
E. Fotaki ve K. Iatrou, 1993, Silk moth chorion pseudogenes: hallmarks of
genomic evolution by sequence duplication and gene conversion. Journal of
Molecular Evolution 37:211-220 ; A. Wedell ve H. Luthman. 1993. Steroid
21-hydroxylase (P450c21): a new allele and spread of mutations through the
pseudogene. Human Genetics 91:236-240
36 E.
Selsing, J. Miller, R. Wilson ve U. Storb. 1982. Evolution of mouse
immunoglobulin lambda genes. Proceedings, National Academy of Sciences
79:4681-4685
37
Reynaud, C-A., A. Dahan, V. Anquez and J-C. Weill. 1989. Somatic
hyperconversion diversifies the single VH gene of the chicken with a high incidence
in the D region. Cell 59:171-183.
38 T.
J Liu, L. Liu, ve W. F. Marzluff. 1987. Mouse histone H2A and H2B genes: four
functional genes and a pseudogene undergoing gene conversion with a closely
linked functional gene. Nucleic Acids Research 15:3023-3039.
39 J.
Flint, A. M. Taylor ve J. B. Clegg. 1988. Structure and evolution of the horse
zeta globin locus. Journal of Molecular Biology 199:427-437.
40 S.
M. Fullerton, R. M. Harding, A. J. Boyce ve J. B. Clegg. 1994. Molecular and
population genetic analysis of allelic sequence diversity at the human
beta-globin locus. Proceedings of National Academy of Sciences 91:1805-1809.
41M.
Singh, ve G. G. Brown. 1991. Suppression of cytoplasmic male sterility by
nuclear genes alters expression of a novel mitochondrial gene region. Plant
Cell 3:1349-1362.; Assinder, S. J., P. De Marco, D. J. Osborne, C. L. Poh, L.
E. Shaw, M. K. Winson and P. A. Williams. 1993. A comparison of the multiple
alleles of xylS carried by TOL plasmids pWW53 and pDK1 and its implications for
their evolutionary relationship. Journal of General Microbiology
139(3):557-568.; Koonin, E. V., P. Bork and C. Sander. 1994. A novel
RNA-binding motif in omnipotent suppressors of translation termination,
ribosomal proteins and a ribosome modification enzyme? Nucleic Acids Research
22:2166-2167.
42
Örneğin Bkz.T. Enver, et al. 1991. Autonomous and competitive mechanisms of
human hemoglobin switching. s. 3-15 in (Stamatoyannopoulos and Nienhuis, eds.)
The regulation of hemoglobin switching. Proceedings of the seventh conference
on hemoglobin switching, held in Airlie, Virginia, September 8-11, 1990. Johns
Hopkins Press. Baltimore and London.
43 M.
Collard ve B. Wood, "How reliable are human phylogenetic
hypotheses?", Proc. Nat. Acad. Sci. USA 97:5003–5006, 2000.
44 V.
Barriel, "Pan paniscus and hominoid phylogeny", Folia Primatologica
68:50–56, 1997.
45 E.
Zietkiewicz, et al., "Phylogenetic affinities of tarsier in the context of
primate Alu repeats", Molecular Phylogenetics and Evolution, 11(1):77, 1999.
46 K.
Ohshima, et al., "Several short interspersed repetitive elements (SINEs)
in distant species may have originated from a common ancestral
retrovirus",
Proc. Nat. Acad. Sci. USA 90:6260–6264, 1993.)
47 M.
Hamada, A newly isolated family of short interspersed repetitive
elements
(SINEs) in Coregonid fishes, Genetics 146:363–364, 1995.
48 K.
Ohshima, et al., Several short interspersed repetitive elements (SINEs) in
distant species may have originated from a common ancestral retrovirus, Proc.
Nat. Acad. Sci. USA 90:6260–6264, 1993.
49 B.
Farlow, "Stuff or nonsense?", New Scientist, 166(2232):38–41, 2000.
50
Philip Johnson, Darwin on Trial, Intervarsity Press, 1993, s. 99
51
Philip Johnson, Darwin on Trial, s. 99
52
Science, Vol. 271, 26 Ocak 1996, s. 448, 470-477
53
Schwabe & Warr, A Polyphyletic View of Evolution: The Genetic Potential
Hypothesis, 27 Perspectives in Biology & Medicine 465, 471 (1984)
54
Vawter & Brown, "Nuclear and Mitochondrial DNA Comparisons Reveal Extreme
Rate Variation in the Molecular Clock", 234, Science 194, 1986.
55
Farris, Distance Data in Phylogenetic Analysis, in Advances in Cladistics 3,
22, (V. Funk & D. Brooks editörler. 1981)
56 S.
Scherer, "The Protein Molecular Clock: Time For A Reevaluation" in
Evolutionary Biology, Vol. 24, edited by hecht, Wallace, and Macintyre, Plenum
Press 1990, s. 102-103
57
Michael Denton. Evolution: A Theory in Crisis. London: Burnett Books, 1985, s.
306
58
Philip Johnson, Darwin On Trial, s. 99
59 Nature,
14 Ağustos 1997
60
Michel C. Milinkovitch, J. G. M. Thewissen, Evolutionary biology: Even-toed
fingerprints, Nature, 14 Ağustos 1997, 388, 622 - 623
61
Michel C. Milinkovitch, J. G. M. Thewissen, Evolutionary biology: Even-toed
fingerprints, Nature, 14 Ağustos 1997, 388, 622 - 623
62 J.
Gatesy, "More DNA Support for a Cetacea/Hippopotamidae Clade . . ."
Molecular
Biological Evolution 14(5):537-543 (1997).
63
http://www.harunyahya.org/ Makaleler/balina_masali.htm
64 F.
Hitching, The Neck of the Giraffe (Ticknor & Fields, New Haven & New
York, 1982), s. 90.
65
Michael Denton. Evolution: A Theory in Crisis. London: Burnett Books, 1985, s.
290-91
UBA'NIN
İNSANIN EVRİMİ
YANILGISI
1 P.
Andrews, Nature, 360 (6405): 641-6, 1992.)
2
Nature, 12 Temmuz 2001
3
Nature, 12 Temmuz 2001
4 B.
Wood, " Origin and evolution of the genus Homo", Nature 355 (6363):
783-90, 1992.
5
http://www.icr.org/pubs/btg-a/btg-105a.htm
6 Richard
Allan & Tracey Greenwood, Primates and Human Evolution in the textbook:
Year 13 Biology 1999. Student Resource and Activity Manual, (Biozone
International. Printed in New Zealand.) , s. 260
7
Solly Zuckerman, Beyond The Ivory Tower, New York: Toplinger Publications,
1970, ss. 75-94
8
Charles E. Oxnard, "The Place of Australopithecines in Human Evolution:
Grounds for Doubt", Nature, Cilt 258, s. 389
9 E.
Stokstad, "Hominid ancestors may have knuckle walked", Science
287(5461):2131, 2000.
10
Time, Lemonick ve Dorfman, s. 61
11
Isabelle Bourdial, "Adieu Lucy", Science et Vie, Mayıs 1999, no. 980,
s. 52-62
12
Bjorn Kurten, Not From the Apes: A history of Man's Origins and Evolution,
Columbia University Press, s. xii
13
"A Genetic Perspective on the Origin and History of Humans," Dr.
Takahata, writing in the Annual Review of Ecology and Systematics 1995,
14 "İnsan
Filogenetik Hipotezleri ne kadar güvenilir?", PNAS, 25 Nisan 2001, s. 5003
15
Henry Gee, Nature, 12 Temmuz 2001
16.http://www.cnn.com/2002/TECH/science/09/24/humans.chimps.ap/index.html
17
http://www.newscientist.com/ news/news.jsp?id=ns99992833
18
New Scientist, 15 Mayıs 1999, s. 27
19
New Scientist, c. 103, 16 Ağustos 1984, s. 19
20
Tim White et al, Remains of Homo erectus from Bouri-Middle Awash-Ethiopia,
Nature 416, s. 317-320, 21 March 2002
21
Kate Wong, "Is Out of Africa Going Outdoor?", Scientific American,
Ağustos 1999
22
http://www.answersingenesis. org/docs/4218tj_v12n1.asp, Recovery of Neandertal
mtDNA: An Evaluation, by Marvin Lubenow
23RS
Corruccini, 1992. Metrical reconsideration of the Skhul IV and IX and Border
Cave 1 crania in the context of modern human origins. American Journal of
Physical Anthropology, 87(4):440-442
24 K.J.
Niklas,, 1990. Turning over an old leaf. Nature, 344:587.
25 A.
Gibbons, 1998. Calibrating the mitochondrial clock. Science, 279 (2 January 1998),
s. 28.
26
J.L. Mountain, A.A. Lin, A.M. Bowcock, and L.L. Cavalli-Sforza,, 1993.
Evolution of modern humans: evidence from nuclear DNA polymorphisms. The Origin
of Modern Humans and the Impact of Chronometric Dating, M.J. Aitken, C.B.
Stringer, and P.A. Mellars (eds), Princeton University Press, Princeton, s. 69.
27
Melnick, D. and Hoelzer, G., 1992. What in the study of primate evolution is
mtDNA good for? American Journal of Physical Anthropology, Supplement 14, p.
122.
28
K.A.R. Kennedy, 1992. Continuity of replacement: controversies in Homo Sapiens
evolution. American Journal of Physical Anthropology, 89(2):271, 272
29 R.
Foley, 1995. Talking genes. Nature, 377 (12 October 1995) s. 493–494.
30
Robert Locke, "Family Fights" Discovering Archaeology, July/August
1999, s. 36-39
31
Robert Locke, "Family Fights" Discovering Archaeology, July/August
1999, s. 36
32
Henry Gee, In Search of Deep Time, New York, The Free Press, 1999, s. 116-117
33
Daniel E. Lieberman, "Another face in our family tree", Nature, 22
Mart 2001
34
Villee, Solomon and Davis, Biology, Saunders College Publishing,1985, s. 1053
35
"Hominoid Evolution and Climatic Change in Europe" Volume 2 Edited by
Louis de Bonis, George D. Koufos, Peter Andrews, Cambridge University Press
2001 Bölüm 6
36 J.
Bower, "The Evolution and Origin of Humankind", in Wilson, D.B.
editör, 1983, s. 123
37 A.
Hill, Book Review, American Scientist, vol. 72, 1984, s.189
38 N.
Eldredge ve I. Tattersall, The Myths of Human Evolution, Columbia University
Press, 1982, s.8
39 D.
Willis, The Hominid Gang: Behind the Scenes in the Search for Human Origins,
Viking Press 1989, s. 284)
40 D.
Willis, The Hominid Gang: Behind the Scenes in the Search for Human Origins,
Viking Press 1989, s. 34
41
G.L. Stebbins, Darwin to DNA, Molecules to Humanity, Published by W.H. Freeman
and Company, 1982, s 352
UBA'NIN
YARATILIŞÇILIK
VE
EVRİMİN KANITLARI BÖLÜMÜNDEKİ YANILGILARI
1
Stephen C. Meyer, P. A. Nelson, and Paul Chien, The Cambrian Explosion:
Biology's Big Bang, 2001, s. 2.
2
Richard Fortey, The Cambrian Explosion Exploded?, Science, Cilt 293, No 5529,
20 Temmuz 2001, s. 438-439
3 R.
Monastersky, "Waking Up to the Dawn of Vertebrates", Science News,
Vol. 156, No. 19, 6 Kasım 1999, s. 292.
4
Phillip E. Johnson, 'Darwinism's Rules of Reasoning', Darwinism: Science or
Philosophy, Foundation for Thought and Ethics, 1994, s. 12
5 R.
Lewin, Science, vol. 241, 15 Temmuz 1988, s. 291
6
R.W. Beeman, 'Recent advances in the mode of action of insecticides', Annual
Review of Entomology, 1982, vol. 27, s. 253-281
7 K.
Tanaka, J. G. Scott, F. Matsumura, 'Picrotoxinin receptor in the central
nervous system of the American cock-roach: its role in the action of
cyclodiene-type insecticides.', Pesticide Biochemistry and Physiology, 1984,
vol. 22, s. 117-127
8 M.
W. Rowland, 'Fitness of insecticide resistance', Nature, 1987, vol. 327, s. 194
9
Michael Behe, Darwin's Black Box, 1996.
10
Huges, Austin L., 'Adaptive Evolution of Genes and Genomes'. (see chapter 7,
'Evolution of New Protein Function' s. 143-180. (Oxford University Press, New
York, 1999
11 M.
Lynch, J. S. Conery, 'The Evolutionary Fate and Consequence of Duplicate Genes'
Science 290:1151-1155 (Nov 10, 2000).
12
Cemal Yldırım, Evrim Kuramı ve Bağnazlık, Bilgi Yayınevi, Ocak 1989, s. 58-59
YARATILIŞ
BİLİMSEL BİR GERÇEKTİR
1
abcnews.go.com/wire/SciTech/ ap20020926_2544.html
2
John G. West Jr., "Darwin in the Classroom: Ohio allows
alternatives", National Review, 17 Aralık 2002;
http://www.nationalreview.com/comment/comment-west121702.asp
SONUÇ
1
Philip E. Johnson, Defeating Darwinism by Opening Minds, Intervarsity Press,
1997 s.11
2
Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis. London: Burnett Books, 1985, s.
351